DOLAR

34,5888$% 0.08

EURO

36,3505% 0.86

STERLİN

43,5358£% 0.32

GRAM ALTIN

2.922,54%-2,75

ONS

2.623,82%-3,03

BİST100

9.659,96%1,15

a

‘SALAT EŞİTTİR SALAVAT DEĞİLDİR’

Peygamber'imizin doğum günü olduğu iddiasıyla

” Salat eşittir salavat değil.  Ayette bunun emredildiğini söylüyorlar. Külliyen yanlış. Böyle birşey yok. Yani Allah ve melekler, Peygamber’e salavat mı çekiyor? Yani böyle oturmuşlar kandil gecesinde, özellikle Mevlid Kandili’nde siyah gözlü mevlidhanlar gibi, Allah melekleri onlar gibi etrafına toplamış salavat mı çekiyor? 

Otuz gün Ramazan gecelerinde teravih sonrasında yapılan gibi salavat çekmenin bu olduğunu sanıyorlar. Ahzap Suresi 56. ayette ‘Siz de Peygamber’e salat edin’ deniyor ya, bunun salavat çekmek olduğunu iddia ediyorlar. Bir defa Kur’an böyle birşey söylemiyor. Bu külliyen yanlıştır.

Burada anlatılan şu; Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyor. Ey iman edenler siz de onu içtenlikle destekleyin. Selam içtenlik anlamına geliyor salat da desteklemek anlamına geliyor. Peygamber’i içtenlikle destekleyin çünkü Allah ve melekleri onu destekliyor. Siz de onu destekleyin, ona salat edin diyor. Peygamber’e nasıl salat edeceğiz? Lafla mı, Sallallahu Aleyhi Vessellem diyerek mi? Allahummesalli diyerek mi? 

Salavat infak etmeden olmaz. Bunun için Bedevilerin salatına bakmak lazım. Bedevi çölde yaşayan Arap değildir. Bedevi ilk başlayan demektir. Yani dine ilk giren, yeni başlayan demektir. Bunlar henüz iman ettik demelerine rağmen, iman tam kalplerine girmemiştir bu nedenle teslim olduk demeleri daha uygundur demeleri gerektiği söylenir. Kur’an’da böyle denir. Bu dinin kıyısında, kenarında olmayı, henüz mevzunun içine girmemiş olunduğunu ifade eder. Bugün de bazı insanlar şöyle derler: Biz Allah’a inanıyoruz, biz melekleri seviyoruz, Peygamber’i seviyoruz.. Bunu diyenlere denmelidir ki siz böyle demeyin. Asıl mevzunun içine daha girmedik daha iyi…
Neden? Çünkü daha henüz verdiğinizi görmedik. Bedevi dolayısıyla dine genel hatları ile girdiğini söyleyip henüz birşey vermemiş kişi demektir.

Bazı ayetler vardır; Bedevilerin kafirliği ve münafıklığı daha beterdir. Allah’ın Peygamberine bildirdiği sınırları bilmemeye daha yatkındırlar. Burada bir gerizekalılık ya da köylülük anlatılmıyor. İnfak etmeyenler, malından harcamayanlar, mevzunun içine girmemişlerdir, bunlar cimri oldukları için, vermeye yanaşmadıkları için Allah’ın dinini bilmemeye daha yatkındırlar. İnatçıdırlar, mevzuyu anlayamazlar. Verdiğin an mevzuyu anlmaya başlarsın. Gerçeği daha fazla reddederler, daha fazla iki yüzlü olurlar. Vermektir ölçü. 
Ayrıca ”Burnu yere sürtülsün o kişinin ki, yanında benim ismim anılır da, üzerime salât etmez!..” isimli bir hadis olduğunu iddia edenler de var. Bu da tamamen uydurma bir hadistir. Ama aksi bile olsa, doğruluğu kabul edilse bile buradan çıkan sonuç yine kendisinin getirdiği dinin gereği olarak ona destek olmak, vererek arınmayı ifade eder.

Konuyu hocamızın 5 yıl önce kaleme aldığı ‘Çölde Yaşayan Bedeviler’ başlıklı yazısından da daha ayrıntılı şekilde okuyabilirsiniz:

” Malum, Kur’an’da Bedevîler diye çevirilen “el-A’rab” kavramı var.
Türkçe’de Bedevî; 1- Çölde yaşayan göçebe 2- Huysuz, ahlaksız anlamında kullanılıyor (TDK).
Kur’an’da ne anlamda kullanılıp kullanılmadığına bakılmadan “yol yordam bilmez, kaba saba çöl Arabı” olarak biliniyor.
Kur’an’da 10 (on) yerde geçiyor.
Aşağıda hepsini tek tek verdim.
Bakın, Kur’an’ın “Bedevîler” (el-A’rab) dediği kim?
***
(1): “Bedevîler (el-A’râb) ‘İman ettik’ dediler. Söyle onlara: Siz iman etmediniz, lakin ‘Boyun eğdik’ deyin. İman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz yaptıklarınız boşa gitmez. Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Hucurât; 19/14).
Bedevîlere neden “İman etmediniz, lakin boyun eğdik” deyin deniyor?
‘İmanın kalplerine girmiş olması’ için ne yapmaları lazımdı?
Ne yapınca ‘Allah’a ve peygamberine itaat etmiş’ olacaklardı?
‘Yaptıklarının boşa gitmesi’ ne demek?
Kim bu Bedevîler (el-A’rab)?
Devam…
***
(2): “Düşman birliklerinin geri çekilmeyeceğini sanıyorlardı. Eğer o birlikler bir daha gelecek olsa, iç bölgelerdeki bedevîler (el-A’râb) içine gidip sizden gelecek haberleri oradan takip etmeyi tercih ederlerdi. İçinizde kalacak olsalar dahi savaşa pek asılmazlardı.” (Ahzab; 33/20).
Ayetin geçtiği pasajdaki (Ahzab; 9–27) ayetler İslâm tarihine “Hendek savaşı” olarak geçen olayı anlatmaktadır. Şöyle ki: Hicretin 5. yılında bütün düşman kabileler birleşerek Medine’de kendileri için tehdit olarak gördükleri Hz. Peygamber önderliğindeki oluşumu ortadan kaldırmak istediler. Başta Kureyş ve Gatafan kabileleri olmak üzere tüm düşman kabileler birleşerek 12 bin kişilik bir orduyla Medine’yi kuşattılar. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Hz. Peygamber Medine’nin etrafına hendek kazılmasını ve şehrin bu şekilde savunulmasını emretti. Tüm girişimlere rağmen hendekleri geçip şehre giremediler. Derken destanlaşan direnişe, çıkan korkunç bir kasırga da destek verince kabileler koalisyonu perişan oldu. Soğuk ve kum kasırgasına daha fazla dayanamayıp gerisingeri çekildiler. (İbn Hişam, İbni İshak, Taberi).
Böylesi bir anda Medine’de bir takım kimselerin, eğer düşman birlikleri bir daha gelecek olsa, iç bölgelerdeki bedevîler (el-A’râb) içine gidip gelecek haberleri oradan takip etmeyi tercih edecekleri, şehirde kalacak olsalar dahi savaşa pek asılmayacakları söylenerek, bunların “kalplerinde hastalık bulunan”, “mal düşkünü”, “tehlike anında gözleri dönen”, “tehlike geçince incitici konuşmalar yapıp duran” kimseler olduğu haber veriliyor. (Ahzab; 33/18-19)
Şu halde bedevîler (el-A’râb) bu özelliklere sahip olanların işbirlikçileri oluyor.
Medine’nin münafıkları ile işbirliği içinde olduklarını anladık. Biraz ipucu çıktı ortaya ama hala netleşmedi.
Kim bu Bedevîler (el-A’rab)?
Devam…
***
(3): “Bedevîlerden (el-A’râb) geride kalanlar sana “Bizleri mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu, bize bağışlama dile” diyecekler. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar. Onlara söyle: “Eğer Allah sizi bir zarara uğratmayı isterse veya size bir yarar sağlamayı dilerse Allah’a karşı kim bir şey yapabilir? Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Fetih; 49/11).
Rivayete göre bunlar Müslüman olduklarını söyledikleri halde “mal, mülk, bağ, bahçe, evlâd-ı iyâl” bahanesiyle Hudeybiye seferine katılmayan Ğifar, Muzeyne, Cuhayne, Eşca, Elsem ve Zeyl kabilelerine mensup bedevîlerdi. Çünkü durumun kötü olduğunu, Mekkelilerin silahsız Müslümanları bir kaşık suda boğacaklarını düşünüyorlardı (Kurtubi, İbn Kesir, Zemahşeri). Olaylar düşündükleri gibi gerçekleşmeyip Hudeybiye’de antlaşma sağlanarak Hz. Peygamber Mekke’ye dönünce durumlarını kurtarmak için mazeret ileri sürmeye başladılar. Fakat ileri sürdükleri mazeretler ilerleyen ayetlerde ikiyüzlüce bulunarak reddedildi.
Demek ki Bedevî “mal ve evlat” bahanesi ileri sürendir. Bunun için kenarda (badiye) durur ve işin içine tam girmez.
Bedevînin kim olduğu giderek netleşiyor.
Devam…
***
(4): “Göklerin ve yerin mülkiyeti Allah’ındır. Lâyık gördüğünü affeder, müstahak gördüğüne de azap eder. Allah çok bağışlayandır, sevgi ve merhametle dopdoludur. Sizler bir takım ganimetleri almaya gittiğinizde o geride kalanlar yakında şöyle diyecekler: “Bırakın sizinle gelelim…” Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. Onlara söyle: “Siz asla bizimle gelmeyeceksiniz. Hakkınızda bundan önce Allah böyle buyurdu.” Ona da diyecekler ki: “Hayır, bizi kıskanıyorsunuz…” Hayır, onlar anlayışı kıt kimselerdir. O geride kalan bedevîlere (el-A’râb) söyle: “Siz, ileride savaşçı bir toplulukla savaşmaya çağrılacaksınız. Öyle ki işin ucunda ölmenin de teslim almanın da olabileceği bir savaş… Bu durumda çağrıya uyarsanız Allah size en güzelinden karşılığını verir. Fakat daha önce yaptığınız gibi yan çizerseniz acı bir azaba çarptırır.” (Fetih; 49/16).
Rivayete göre burada Huydeybiye,Hayber veya Tebuk seferleri esnasındaki olaylardan bahsedilmektedir (Razi, Kurtubi, İbn Kesir). Ancak bugün için artık bunların “Kur’an’ı kendi etkin tarihi içinde anlamak” dışında bir önemi bulunmuyor. Çünkü Hudeybiye, Hayber veya Tebuk tarih olup gitmiştir. Nitekim ayette hiçbir isim, zaman ve mekân ismi verilmeksizin bu tarihsel olaylar üzerinden mesajlar verilmesi, bunların çok da önemli zaman ve mekânlar olmadığını, asıl buradan çıkarılacak evrensel mesajlara yoğunlaşılması gerektiğini göstermektedir.
Peki, nedir bu mesajlar?
1-      Allah yolunda cihat bir ‘ganimet’ davası değil; iman, ihlâs, tevhid ve adalet davasıdır. Göklerin ve yerin ‘mülkiyeti’ Allah’a aittir (Mülk Allah’ındır). En temel, değişmez ve kalıcı gerçek budur.
2-     Böyle tarihin her döneminde işin ucunda ‘ganimet’ (mal) görününce “Biz de gelelim”, sıkıntı görünce “Malımız, evlâd-ı iyâlimiz var, onları bırakamayız” mazeretleri ileri süren “bedevîler” (el-A’râb) olacaktır.
3-      Allah’ın davasını bir “rant” ve şahsî ikbal davası olarak anlayan bu tiplere dikkat edilmelidir. Bunlar görünüşte din, iman, Allah, kitap, peygamber deyip duran, gerçekte ise kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, dine at gözlüğüyle bakan, aslında Allah’a değil; “mala/paraya” tapan korkak ikiyüzlülerdir. Din bunlara teslim edilemeyecek kadar önemli bir olaydır, ey yüreğiyle iman edenler!
Bedevînin kim olduğu sanırım anlaşılıyor.
Hala kimmiş bu Bedevî mi diyorsunuz?
Devam…
***
(5): “Onların ne mallarını, ne de evlatlarını gözünde büyütme. Allah onlara dünyada ancak bununla azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor, başka bir şey değil!  Baksana “Allah’a iman edin ve peygamberi ile beraber cihada çıkın” diye bir sure indirildiği zaman, içlerinden servet sahipleri (ulu’t-tavl) senden izin istediler ve “Bırak bizi, rahatımızı bozma” dediler.  Geride kalanlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür vuruldu. Artık onlar gerçeği kavrayamazlar… Bedevîler (el-A’râb) mazeret beyan ederek kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah ve peygamberine yalan söyleyerek oturup kaldılar. Onların kâfir olanlarını acı bir azap bekliyor.” (Tevbe; 9/85-90).
Görüldüğü gibi burada da cihada (Tebuk seferine)  çağırılınca “mal, mülk, evlâd” bahanesiyle geride kalan servet sahiplerine (ulu’t-tavl)) veya aynı bahaneyi ileri sürerek servet sahipleriyle beraber geride kalanlara “Bedevî” (el-A’râb) deniyor. Her iki halde de sonuç değişmiyor…
Kur’an’ın “Bedevî” (el-A’rab) dediğinin ‘kültürsüz, cahil çöl Arabı’ olduğunu mu sanıyorsunuz?
Onun için mi ‘dinin sınırlarını tanımamaya’ daha yatkınlar?
‘Allah’ın hükümlerinin sınırlarını tanımamaya yatkın’ olmalarının nedeni ne acaba?
Devam…
***
(6): “Bedevîler (el-A’râb) inkar ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Oysa Allah bilendir, bilgelik kaynağıdır.” (Tövbe; 9/97).
Görüldüğü gibi Bedevî (el-A’râb) mal düşkünü olduğundan inkarı ve nifakı daha şiddetlidir. Çünkü mal canın yongası olduğundan ondan vazgeçemez. Öyle ki “Canımı al malımı alma” der. İşte bu şiddetli mal tutkusu yüzünden Allah’ın peygamberine indirdiği dinin sınırlarını tanımamaya daha yatkın olanlar Bedevî (el-A’rab) oluyor. Öyle ki mal ve para söz konusu olunca dinden bile çıkabilirler. “Böyle din olmaz olsun, bizi yoksulluğa çağırıyor” veya “Böyle peygamber olmaz olsun, servetimde gözü var” derler.  Nitekim bunlar peygamber ölür ölmez irtidat etmiş, dinden dönmüşlerdir. Şu halde “Peygamberin ölümünden sonra çoğu Bedevî dinden döndü” demek, “Çoğu servet sahibi (ulu’t-tavl) dinden döndü” demekti.
“Bedevî”nin kim olduğundan hala şüpheniz var sanırım.
Devam…
***
(7): “Bedevilerden (el-A’râb) kimileri yaptığı infakı zarar sayar ve (bundan kurtulmak için) size belalar gelmesini bekler dururlar. En kötü belalar kendilerine olsun! Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.” (Tövbe; 9/98).
Görüldüğü gibi Bedevî öylesi bir tiptir ki ayette geçtiği gibi mal düşkünlüğü (eşihhaten ale’l-hayr) yüzünden infaka yanaşmamakta ve bu yüzden de nifak ehli (münafık) olmaktadır. Dahası zar zor infak etse bile bunu zarar saymakta, kendisini infaka çağıranların başına bela gelmesini gözleyerek bir an önce bu can sıkıcı durumdan (infak zorunluluğu) kurtulmak istemektedir.
Bedevilerin (çoğunun) böylece münafıklar (infak etmeyenler, bundan kaçanlar) olduğu anlaşılmış oluyor. Gelen ayet ise bunun böyle olduğu konusunda tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıktır;
***
(8): “Çevrenizde bedevîlerden (el-A’râb) münafıklar vardır. Medine halkından münafıklıklarını küstahlık derecesinde ileri götürenler var. Sen bilmezsin onları, Biz biliriz. Onları katmerli azaba çarptıracağız. Sonuçta büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini… Kimileri de var ki salih amellerini öteki kötü davranışlar (cihat ve infaktan kaçış) ile birbirine karıştırdılar. Bunların tövbelerini Allah’ın kabul etmesi umulur.  Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.  Şu halde sözün namusu adına (sıdk) mallarından al. Böylece bu kendilerini hem temizlesin, hem de arındırırsın.” (Tövbe; 9/101-103).
Rivayete göre bu ayette bahsedilenler üç kişi olup Ebu Lübabe Mervan b. Abdülmünzir, Evs b. Salebe ve Vedia b. Hizam idi. Bunların sayısının 10’u bulduğu da söylenmiştir. İşte bunlardan yedisi “geride kalanlar” (servet sahipleri/bedevîler) ile ilgili inen ayetleri okuyunca kendilerini mescidin direğine bağladılar. Hz. Peygamber mescide gelince onları bu halde gördü ve niye böyle yaptıklarını sordu. Onlar da Allah’ın Resulü kendilerini çözmedikçe kendilerini çözmeyeceklerine dair yemin ettiklerini söylediler. Hz. Peygamber’in “Bu konuda bana bir emir gelmedikçe sizi çözmeyeceğim” demesi üzerine bu ayet nazil oldu ve onları bağlarından kendi eleriyle çözdü. Bunun üzerine onlar “Ey Allah’ın Resulü mallarımız yüzünden sefere katılmadık, hepsini tasadduk ediyoruz, bizi temizle” dediler. Hz. Peygamber “Ben sizden bir şey almakla emrolunmadım” deyince bir sonraki “Sözün namusu adına (sıdk) mallarından al, böylece temizlenip arınsınlar.” ayeti nazil oldu (Razî, Kurtubî, İbn Kesir, Taberî).
Çünkü bunlar geride kalanlarla (servet sahipleri/bedevîler) uyarak mallarını saklamışlar ve sefere katılmamışlardı. Böylece infak kaçkını (münafık) durumuna düşmüşlerdi. Fakat sonra tövbe ederek dönmüşlerdi. Tövbe suresinin adı da buradan gelmektedir.  Ayette geçen servet sahiplerine (ulu’t-tavl) ve bedevîlere (el-A’rab) ise nifakta (infak kaçkınlığında) direndikleri için “Çevrenizde bedevîlerden (el-A’râb) münafıklar vardır. Medine halkından münafıklıklarını küstahlık derecesinde ileri götürenler var. Sen bilmezsin onları, Biz biliriz. Onları katmerli azaba çarptıracağız.” dendi.
Ve Bedevî (el-Arab) tabirinin geçtiği son iki ayet…
***
(9): “Ey iman edenler! Allah’ın öfkesini çekmekten sakının ve doğrular/verenler (sâdıkûn) ile birlikte olun.  Ne Medine halkının ne de etrafındaki bedevîlerin (el-A’rab) Allah’ın elçisine kayıtsız kalmaları ve onu bırakıp kendi canlarının derdine düşmeleri yakışık almaz. Çünkü onların Allah yolunda çektikleri her susuzluk, her yorgunluk, her açlık veya kâfirleri öfkelendirecek her cesur çıkış ve düşman karşısında elde ettikleri her başarı hanelerine güzel bir amel olarak yazılır. Allah güzel ahlâk sahiplerini karşılıksız bırakmaz. Yine küçük ya da büyük yaptıkları her infak, kat ettikleri her yol hanelerine sevap olarak yazılır ve Allah’tan karşılığını daha güzeliyle alırlar.”  (Tövbe; 9/119-121).
Görüldüğü gibi burada da genel bir çağrıyla “Medine halkı” ve “Bedevîler” mallarından vermeye (tasadduk) ve infak etmeye çağırılıyorlar. Allah’ın elçisinin ve onunla birilikte olanların çektikleri sıkıntılara kayıtsız kalmalarının ve kendi mallarının ve canlarının derdine düşmelerinin doğru olmayacağı hatırlatılıyor. Bunun güzel ahlak sahibi (muhsin) olmak demek olduğu, Allah tarafından karşılıksız bırakılmayacağı ısrarla vurgulanıyor.
***
Ve geliyoruz Bedevîler (el-A’rab) kelimesinin olumlu anlamda kullanıldığı tek yer olan son ayete…
Bakın, onda da konu aynı;
(10): “Bedevîlerden (el-A’rab) Allah’a ve ahiret gününe inanan, yaptıkları infakı Allah’a yakınlaşmaya ve peygamberin duasını almaya vesile sayanlar da vardır. Gerçekten de bunlar yakınlık vesilesidir. Allah onları sevgi ve merhametle bağrına basacaktır. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Tövbe; 8/99).
Demek ki “Bedevîler” (el-A’rab) içinde olumlu bakılan tek grup “infak” edenlerdir. Diğerleri de Allah’a ve ahirete inandığını söylemekte ve fakat infak etmeyerek lafta kalmaktalar. Onun için onlara “İman ettik demeyin, boyun eğdik deyin” denmekte. İman iddialarının geçerli olması için infak etmeleri, mal düşkünlüğünden vazgeçmeleri gerektiği söylenmekte. Böyle yapanlar da bu son ayette görüldüğü gibi övülmekte…
***
“Bedevî” (el-A’rab) kelimesinin Kur’an’da geçtiği 10 (on) yeri gördünüz.
Hepsinde de mal, ganimet, infak, tasadduk geçiyor. Ayetlerin öncesini ve sonrasını okuyun, hiç şaşmadığını göreceksiniz.
Mal ve ganimet düşkünlüğüne, bunun için savaştan geri durmaya, Kur’an, işin kenarında (badiye) durma, imanın kalbe girmemesi, dıştan teslim olmuş görünme yani “Bedevîlik” diyor.
Bedevî kelime manası itibariyle bedâvet/buduv kökünden gelir. İlk/başlangıç demektir. İbtidâi de buradan gelir. İlkel diye Türkçeye çeviriyoruz. Mubtedi de aynı kökten olup yeni başlayan demektir.
Bu durumda bir Kur’an kavramı olarak Bedevî, din konusunda ilkel kalan, henüz mübtedi seviyesini aşamamış, “İnandım” (Amentü) demenin yeteceğini sanan, lafta kalan, ritüellere takılan, bunları dinin kendisi sanan, bunların ötesine geçip infaka, tasadduka, vermeye, paylaşmaya (öze, esasa) gelemeyen, bunun için de zenginlik tutkusunu aşamamış, dünya hayatına (mal ve metaya) bağlanıp kalmış, Kur’an kapısından Mamona (paraya) ayak basıp geçememiş kişi demektir. Onun için “İman ettik” demeleri geçersiz olup “boyun eğdik” (dıştan kabul ettik) demeleri daha uygundur. Çünkü iman henüz kalplerine girmemiştir.
***
Kimmiş Bedevî anladınız mı?
Bedevî, çölde yaşayan köylü demek değildir.
Bedevî, kendi iç dünyasında çöl hayatı yaşayandır.
Servet ile gözü kararan, para ile merhametsizleşen, içine düştüğü bu mal ve meta vahasından ötekini göremeyen; açın iniltisini, öksüzün ağlamasını, yoksulun çığlığını duyamayan herkes çölde yaşayan bir Bedevîdir…
Çöl Arabistan’da değil; içimizdedir.
Bedevînin içi çöldür, içi…

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

EY DELİ YÜREK PUTİN!..

HIZLI YORUM YAP