11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İngiltere’deki üniversite yıllarında oda arkadaşı da olan Habertürk yazarı Fehmi Koru, “Tayyip Erdoğan, ‘Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı farklı davranmalı’ pozisyonunu çok belli ettiği andan itibaren onu hiç tanımadığımı anladım” dedi. “Anayasa’da yazılanları aşmak istiyor ama mümkün değil. Başbakan kim olursa olsun Gül-Erdoğan ilişkisinden farkı olmaz” açıklaması sorulan Fehmi Koru, “Görüntü itibarıyla değil, fena halde yanıldım!” ifadesini kullandı.
Gül’ün tekrar siyasete dönüp dönmeyeceğine ilişkin ihtimallere de değinen Koru, “Gül’ün siyasete girmesi her şeyden önce AK Parti’yi değiştirir” görüşünü dile getirdi. “AK Parti, toplumun beklentilerine cevap vermek için kuruldu” diyen Koru, “Halk da bunu anladığı için büyük teveccüh gösterdi. Oyunu, 2011 Seçimleri’nde yüzde 50’ye kadar ulaştırdı. Eğer bu parti son seçimde yüzde 9 oy kaybetmişse, insanların beklentilerine cevap vermede bir sıkıntı yaşıyor demektir” diye konuştu.
Nokta dergisinden Fatih Vural’ın sorularını yanıtlayan (12 Ekim 2015) Fehmi Koru’nun açıklamaları özetle şöyle:
Suriye ile ilgili Rusya, ABD ve İran arasında “Sykes-Picot” türünde gizli bir anlaşma olabileceğini ima ettiniz, son yazılarınızın birinde. Böylesi gizli bir anlaşma gerçekse Türkiye bundan nasıl etkilenir?
Sykes-Picot aslında bugün bile bilemeyeceğimiz gizli bir anlaşma olarak yapılmıştı. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransız Picot ve İngiliz Sykes soyadlı diplomatlar, Çarlık Rusya’sının çıkarlarını da koruyan bir biçimde üçlü bir harita tanzim ettiler. Osmanlı bu savaşın sonunda yıkılacak, oradan çeşitli devletler çıkacaktı! Harita, İngiliz nüfuz bölgesi, Fransız nüfuz bölgesi, Çarlık Rusya’nın nüfuz bölgesi şeklinde alanlar tasarlanmıştı. Bolşevik Devrimi olmasaydı bu anlaşmadan belki de haberdar olamayacaktık. Çünkü Bolşevikler, çarlığı devirince gizli belgeleri açıkladılar.
Bugüne baktığımızda da bölgede taşlar yerinden oynuyor. Suriye’de bugüne kadar dikkate alınmayan, sadece BM Güvenlik Konseyi’nin veto kullanabilecek bir üyesi olduğu ve o kartını Suriye’den yana kullandığı için önemsenen Rusya birdenbire askeri bir güç olarak ortaya çıktı. Rusya, daha önce ABD’nin bu kadar iddialı olduğu bir bölgede, Türkiye’yi de önemsemeyerek kendine yer açmaya çalışıyorsa böyle gizli bir anlaşma olabilir gibi bir kuşkum var.
Böyle bir anlaşma varsa ve Türkiye bunun tarafı değilse -ki ilk tepkilere bakılırsa oldu bittiyle karşılaşmış görüntüsü veriyor- burada kaybeden biz olabiliriz.
Suriye’deki iç savaşın ortaya çıkmasından bu yana Türkiye’nin dış politikasında ne tip hatalar, handikaplar gördünüz?
Türkiye önce iyi niyetli bir yaklaşım sergiledi. Tahayyül bile edilemeyecek büyük bir yakınlaşma oldu. 1979 yılının neredeyse bütününü Suriye’de geçirdim. Baas rejiminin Türkiye hakkındaki olumsuz görüşlerini iyi biliyorum. Bu nedenle Beşar Esad’ın açılım politikası gereği yaşananları çok olumlu gördüm. Türkiye bunu kullanmak istedi. Arap Baharı olup Suriye’de de hareketlenmeler başlayınca, Türkiye, ABD’yi ve diğer müttefiklerini “Burada Beşar Esad’lı bir çözüm bulalım” diye ikna etmeye çalıştı.
O dönemde ABD tam tersi bir politika benimsedi. “Esad’la olmaz. O mutlaka gitmeli” dedi. Türkiye de ABD’nin bu politik tavrını benimsedi ve bugüne kadar da sürdürdü.
Türkiye, Esad’ı reformlara daha fazla mı zorlamalıydı?
Fazla ısrarcı olunamadı orada. Bu konuda bildiklerimiz Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun anlattıklarıdır. Esad’la yedi saat süren ikna çalışmaları sürdürdü. Mutlaka birtakım ısrarlarda bulunuldu; ama ABD ile görüşmelerde reformlar konusunda ne kadar ısrarcı olundu, bilemiyoruz.
Dolayısıyla orada büyük bir kırılma oldu ve Türkiye, ABD’nin yeni politikasından itibaren tavır aldıktan sonra “Esad mutlaka gitmeli” politikasına fazla bel bağladı. Bu da Suriye’nin Türkiye’ye ‘düşman’ olarak bakmasına yol açtı.
Bu süre içinde Beşar Esad gitseydi, herhalde Türkiye bu süreçten çok şey kazanacaktı. Ama Esad’ın kalmaya devam etmesi, Türkiye’nin pek de lehine olmayan bir tablo ortaya çıkardı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hama-Humus’tan başlayıp Akdeniz kıyısında Lazkiye’ye uzanan bölgede düşünülen bir ‘Butik Suriye’ projesinden bahsetti…
Sykes-Picot benzeri bir anlaşmaya dair beni şüphelendiren şey de Erdoğan’ın ağzından işittiğimiz ‘Butik Suriye’ beklentisi. Bu beklenti, bölgenin küçük devletçiklere bölünerek yönetilmesinden yana bir anlayışın epeydir hâkim olduğunu gösteriyor. Irak ve Libya benzeri bir durum Suriye için de söz konusu olabilir.
Ya Türkiye için olabilir mi?
Eğer bugünlerde tanık olduklarımız, büyük bir planın uygulamalarıysa elbette Türkiye de bunun bir parçası olabilir. O bakımdan, daha kuşkucu olmakta fayda var bu dönemde.
Türkiye’nin özellikle Rusya’yla yakınlaşması sırasında bu kuşkuyu elden bıraktığını düşünüyor musunuz?
Devlet kuşkuculuğu ile siyasi atraksiyonları birbirinden ayırmak lazım. Türkiye hafife alınacak bir devlet yapısına sahip değil. Devlet bütün kuşkuculuğunu devam ettirir; ama o arada da politik hesaplar nedeniyle politikacıların ağzından farklı mesajlar da verilebilir.
‘Butik Suriye’nin sınırlarının çizilmesinde söz sahibi olacak ülkeler şu anda Rusya, İran ve ABD olarak görülüyor…
Rusya ve İran çok aktif görünüyorlar. ABD zevahiri kurtarmak için aleyhte birtakım açıklamalar yapıyor gibi. Çünkü Türkiye bu konuda kendisini aldatılmış hissediyor. ABD için önemli olan kendi çıkarlarıdır. Takip ettiği çizgi, Türkiye’yi ve Suudi Arabistan’ı çok da gücendirmemek isteyen bir çizgi…
Rusya’nın Türkiye’ye diş göstermesi neden kaynaklandı?
Bu bir diş gösterme midir, yoksa Türkiye’ye sınırlarını hatırlatmak mıdır? Ben ikinci tarafta olanlardanım. Moskova, Türkiye’ye, “Sen sınırlarının dışına bakma! Sen kendi dertlerinle ilgilen.” diyor.
“Haddini bil!” diyor yani…
Bir çeşit, haddini bildirme denemesi olarak görülebilir. Ama daha ziyade, Moskova, Türkiye’nin Suriye’de dert edinebileceklerinin sınırını öğretmeye çalışıyor ve gücünü hatırlatıyor. Rusya, bugün Sovyetler’den küçük bir ülke olsa da gücünün azımsanmaması gerektiğini hatırlatıyor herkese.
Türkiye, Ortadoğu politikasını belirlerken fazla duygusal mı davrandı? Ahmet Sever’in kitabında okuduk ki dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na “Sen Suriye’nin Başbakanı mısın?” çıkışında bulunuyor. Darbe sonrası Mısır’la koparılan diplomatik bağlar için de aynı tepki söz konusu…
Duygusallığı hiç kabul etmeyecek bir alan varsa o da dış politika. Türkiye aslında doğru şeyleri, doğru zamanda söyleyemedi.
Mesela?
Rusya’nın, Sovyetler dönemindeki gücünü ve hâkimiyetini hesaba katarak Ortadoğu’ya bu kadar ilgi göstermesi, bizi şaşırtmasın. Türkiye de Osmanlı’nın mirası. O miras nedeniyle Türkiye’nin Ortadoğu’yla bu kadar ilgilenmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Doku uyuşması nedeniyle AK Parti’nin 2000’li yılların başından itibaren belli bir noktaya kadar götürdüğü politikalar, Ortadoğu’da büyük heyecan da yarattı. Osmanlı geçmişimizi çok fazla vurgulayarak, bir tür ‘Yeni Osmanlıcılık’ davası sürmeye, bu görüntüyü vermeye başladığımız andan itibaren sorunlar ortaya çıktı. Osmanlı geçmişini tekrar canlandıracakmış gibi yaklaşılması, yanlış algılamalara sebep oldu. Fazlaca iddialı konuştuk. O günlerde de buna benzer görüşlerimi yazdım.
“Gül, eğer uyarı görevlerini yapmasaydı çok daha başka yanlışlar da yapılabilirdi”
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı sürecinde dış politikada daha etkin olabilseydi, Türkiye’nin Ortadoğu’da hâlihazırdaki konumu değişir miydi?
Abdullah Gül’ün, Cumhurbaşkanlığı döneminde, doğru bildiği konuları, hem içinden çıktığı AK Parti’ye hem de Başbakan Erdoğan’a anlattığını biliyorum. Ancak uygulama, hükümetlerin görevi. Onlar dinlerler, ama doğru bildiklerini yaparlar.
Gül, eğer uyarı görevlerini yapmasaydı belki çok daha başka yanlışlar da yapılabilirdi. Elinden geldiği kadar yanlışların önüne geçmek için çaba gösterdi. Bunu da yakın çevresinin yazdığı kitaplardan anlıyoruz. Kendisi de anılarını yazarsa –ki böyle olması da beklenir- merak edilenler de cevabını bulacaktır.
Ahmet Sever’in kitabında, Cumhurbaşkanlığı görevinin bitimine yaklaşırken, Gül’ün “Bazen düşünüyorum da Köşk’e çıkmakla hata mı ettim? Keşke aşağıda kalsaydım da ülkeme daha fazla mı hizmet ederdim?” dediğini öğreniyoruz. Böyle bir pişmanlık yaşadı mı sahiden?
Öyle bir pişmanlık yaşadığını hiç duymadım. Abdullah Gül’ü tanıyanlar bilir ki, hangi konumdaysa, o görevi en iyi şekilde yapmayı dert edinen bir insandır.
“Fena halde yanıldım, Tayyip Erdoğan’ı hiç tanımamışım”
Habertürk’e başladığınız sırada verdiğiniz bir röportajda, Cumhurbaşkanı adayı olan Erdoğan için “Neticede Anayasa’ya uyacağına dair yemin edecek. Anayasa’da yazılanları aşmak istiyor ama mümkün değil. Başbakan kim olursa olsun Gül-Erdoğan ilişkisinden farkı olmaz” dediniz ve görüntü itibarıyla yanıldınız…
Görüntü itibarıyla değil, fena halde yanıldım! Tek yanılan bensem, hatamı kabul ederim; ama pek çok insan benim beklentim içerisindeydi. Tayyip Erdoğan, “Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı farklı davranmalı” pozisyonunu çok belli ettiği andan itibaren onu hiç tanımadığımı anladım.
Bunu biraz açar mısınız?
Normal şartlarda Tayyip Erdoğan değil, başka biri olsa, Anayasa’nın bir sınır belirleyici olduğunu düşünürdü. Ama Tayyip Bey’in böyle düşünmediğini anladık. Demek ki Tayyip Bey’i tanımamışım. Zaten çok yakından tanımadığımı da daha önce yazmıştım. Abdullah Gül kadar tanıdığım birisi değildi.
“Başkanlık tartışmalarını abesle iştigal olarak görüyorum”
Erdoğan’ın farklı davranmasına sebep olan, başkanlık sistemine iştiyakı mı?
Ben olaya şöyle bakıyorum: Cumhurbaşkanı, hangi yöntemle seçilirse seçilsin Anayasa’ya uymak, Anayasa’da var olan yetkilerini kullanmak, Anayasa gereği ettiği yemine uymak zorunda. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı olarak daha fazla yetki istiyorsa bunu yeni bir Anayasa çalışması içinde gerçekleştirip yeni yetkiler aldıktan sonra öyle davranabilir. “Ben yetkilerimi sonuna kadar kullanırım.” Tabii ki kullanabilirsin, ama Anayasa’nın verdiği yetkiler olmak şartıyla! Tayyip Erdoğan, halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı olmayı, var olan yetkilerin ötesine geçebilme nedeni olarak kabul etti ve öyle davranıyor.
Türkiye’nin siyasal sistemi ve sosyolojisi, böyle bir ayrıcalık isteğini kaldırabilir mi?
Her ülkenin sistemi, o ülkenin tarihiyle ilintilidir. ABD’de başkanlık sistemi var. Çünkü ABD, 51 ayrı devletin oluşturduğu ‘birleşik devletler’dir. Örneğin Massachusetts, bir devlettir. Oranın bir bayrağı vardır. ABD bu birliği, başkanın şahsında kurabilmiş. Anayasa da ona göre yazılmış.
Türkiye ise Meclis’in oluşturduğu bir cumhuriyettir. Meclis, Cumhuriyet’ten önce kurulmuştur. Öyle bir Meclis kurmuşuz ki İstiklal Savaşı’nı yürüten silahlı kuvvetlerin başkomutanına bile sınırlı yetki vermiş. Mustafa Kemal de geniş yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanlığı istemiş; ama buna izin vermemiştir Birinci Meclis.
Meclis bu kadar hâkimken, birdenbire bunu bırakıp, bizimle hiç alakası olmayan bir başkanlık sistemini getirdiğinizde, onun çalışabileceği kanaatinde değilim. Dolayısıyla başkanlık tartışmalarını en başından itibaren lüzumsuz ve abesle iştigal olarak görüyorum. Nitekim bu yetkiyi almanız gereken millet de buna destek vermiyor. Üzerinde ne kadar durulursa o kadar tepki veriyor. AK Parti’nin son seçimde, beklediğinden çok daha az oy almasının sebebinin, başkanlık sistemi isteğinin o kampanyanın tam ortasına oturması olduğu kanaatindeyim.
Tayyip Erdoğan, başkanlık sisteminin doğruluğuna kendini inandırmış. Başkanlık sistemi olmadan, Türkiye’nin büyüyemeyeceğine inanıyor. Bunu sonuna kadar zorlayacaktır.
“Nobel Barış Ödülü’nün çok daha fazlasını Fethullah Gülen’in hak ettiğini düşündüm”
Cemaati de yakından tanıyan bir insansınız…
Zaman gazetesinin genel yayın yönetmeniydim ben.
Evet… Tam da bu noktada Fethullah Gülen’in Said Nursi ile anolojisini kurarak, ‘Eski Said’ ve ‘Yeni Said’ gibi bir değişim içine girmesini ve siyasete mesafe koyması gerektiğini ifade ettiniz. Bürokrasiyi ‘AK Parti-Cemaat’ birlikteliğinde somutlaştıran o noktaya nasıl gelindi?
Ben baştan itibaren Cemaat’in çok önemli bir işlev üstlendiğini ve bunun Türkiye için çok yararlı olduğuna inanıyorum. Hatta yurtiçi, özellikle de yurtdışındaki eğitim faaliyetlerini gördükten sonra da göğsüm kabararak, Hindistan’daki hizmetleri için Rahibe Teresa’ya verilen Nobel Barış Ödülü’nün çok daha fazlasını Fethullah Gülen’in hak ettiğini düşündüm.
Bugüne baktığımız zaman ise artık bir ‘terör örgütü’ gibi algılanan başka bir şeye dönüştü, Cemaat. O değerin bu denli ayaklar altına düşmesini, içinde olmasam bile çok yakınında durduğum böylesine önemli bir çalışmayı değersizleştirme, altını bakıra çevirme olarak görüyorum.
Cemaat’in hataları neydi?
Çıkış noktası olan Risale-i Nur’un geçmişine de bakarak, Said Nursi’nin siyasetle çok yakından ilgilendiği için hem kendisinin hem de çevresinin birtakım rahatsızlıklar yaşamasından hareketle, o dönemi elinin tersiyle ittiğini ve “Onlar, Eski Said’in yaptıklarıydı,” diyerek Yeni Said’le Türkiye’yi tanıştırdığı dönemi hatırladım. “Siyasetten, şeytandan sakındığım gibi sakınırım” sözünü tekrarladığını hatırladım. Bu yaklaşımın sergilenmesinin doğru olacağını yazdım.
Devletin içine elini uzatan, orada birtakım insanların çeteleşmesini beraberinde getiren bir yapı varsa, Gülen’in bunu hoş görmeyeceğini, onu biraz da tanıyan bir insan olarak düşündüğüm için o teklifte bulundum; ama o tekliflerimize iltifat edilmedi. Hatta daha şiddetli bir siyaset diliyle olaylara yaklaşıldığını görerek hayal kırıklığına uğradım.
“Cemaatte önceden hassasiyet vardı”
Sizin terminolojinizle “Yeni Gülen”, Cemaat’e yönelik bahsettiğiniz algıyı tersine çevirebilir mi?
Zamanında yapılabilseydi tersine çevrilebilirdi; ama her geçen gün imkânsız bir hal alıyor. Düşmanlık dili hâkim oldu. Artık kimse ağzını açtığı zaman bu konuda tarafsız olamıyor.
Bir, iki gün önce gazetelere de yansımış. Fethullah Gülen yaptığı konuşmada “Zaman gazetesinin başlangıçta 20 bin okuru vardı” diyerek o günleri hatırlatmış. O günleri içinden yaşadım. Gerçekten 20 bin satan gazeteden bugün bir milyon satışa ulaşan ve propaganda unsuru olarak kullanılmak istenen gazeteye böyle gelindi.
Gerçi ben gazeteyle Cemaat’in ilişkisi kurulduktan altı ay sonra genel yayın yönetmenliğini bırakmıştım. 12 yıl yine gazetenin içindeydim ve olup bitenleri yakından görüyordum. “Aman başkalarını rahatsız edecek bir üslup olmasın”, “Aman Cemaat’i çok ön plana çıkaracak şeyler olmasın”, “Aman okulların bizle irtibatı olduğunu gözlere sokmayalım” gibi hassasiyetler hep vardı.
Bugünse tam tersi var. “Her şeyi biz yapıyoruz”, “Her şey bizden soruluyor” gibi… Bu noktaya nasıl gelindiğini anlamıyorum. 1999’dan sonra da işin bu noktalara varabileceği endişesinden ötürü ayrıldım.
İki, üç yıl önceki Zaman maceranız neden kısa sürdü?
Ben o zaman ortadaydım. Sadece Zaman gazetesinden davet aldım. Gittim; ama orada o eski Zaman’ı görmedim. Görmeyi de beklemiyordum. Çok farklıydı. O geçici bir dönemdi.
Neyse… Keşke çok daha serinkanlı yaklaşabilseler, o kuruluş felsefesi bugünlere tekrar hâkim olabilse… Mesela, 28 Şubat’ın karanlık günlerinde Cemaat’in üzerine çok fazla gelindiğinde, benzer bir örgüt suçlamasıyla Yargıtay’a kadar giden ve oradan temiz kâğıdı alan bir yargı süreci de yaşadılar. O dönemde bile Cemaat, “Buyurun biz bu okulları devretmeye hazırız,” derken, bugün farklı bir yaklaşım sergiliyor. “Biz yine teklif ettik” diyenler var. Bu değil!
Bugünkü süreç başladığı ilk günden beri bir savaş mantığıyla iş yürütülüyor. O zaman öyle bir savaş mantığı yoktu. Karşınızdaki insanlar size hoşgörüyle bakmayacak insanlar olduğu halde! Bugünse size çok yakın olması gereken insanlarla karşı karşıyasınız. Savaşmamanız gereken insanlarla karşı karşıyasınız.
O Nobel’i getirecek, esas hedeflere vardıracak olan anlayış, 28 Şubat günlerinde yaşandı. Bugünkü anlayış, bir felaket getirdi. Cemaat bugün hiç kimseye yaranamaz.
Erdoğan’ın ‘Paralel Yapı’ mantığıyla Cemaat’e yönelik mücadele yöntemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu mücadelenin başında “Tabandaki kardeşlerimizi incitmeyeceğiz” gibi bir güvence vermesine rağmen, mücadelenin şiddettin artmasıyla savaşı toplumsal yapıya doğru kaydırdığı yönünde bir eleştirisi var Cemaat’in…
Şu anda savaş var. Bazıları bunu anlamakta zorlanıyorlar ama ben Tayyip Bey’in gerçekten bir darbe girişimine muhatap olduğuna inandığı kanaatindeyim. O, “Bir darbe girişimi var” diyor.
Gezi’yi de bir darbe girişimi olarak gördü…
Ona da inandı. Tayyip Bey baştan beri bunun darbe girişimi olduğuna inanıyor. Bunu operasyonel bir gerekçe olarak kullanmıyor. Dolayısıyla “Ha öyle mi? O zaman ben de savaşırım” derseniz, o zaman bir darbe girişimi olduğuna daha fazla inanmaya başlıyor Erdoğan ve onun “Demek ki haklıymışım” demesine sebep oluyorsunuz. Burada bir hata var.
“Cemaat bir savaş organı gibi davrandı”
Cemaat geri adım mı atmalıydı?
Farklı bir şey yapmalıydı. Cemaat gibi davranmalıydı! Ama bir parti gibi, bir savaş organı gibi davrandı. Öyle sanıyorum ki Cemaat içinden birileri “Biz bu savaşı kazanırız hocam” diyerek, Gülen’e bu yöntemi kabul ettirdiler. Bu yöntem yanlış bir yöntemdi. O andan itibaren ipler koptu.
Cemaat bir siyasi parti değil. Dolayısıyla bir siyasi partiye, AK Parti’ye böyle yaklaşamaz. Bunu yapacak diğer partiler var zaten. Bir yabancı gücün uzantısı değil Cemaat. Böyle bir girişimde bulunduğu zaman, derler ki “Bunlar nereyle irtibatlı bunları yapıyor?”
Erdoğan’ın “milli ve yerli” vurgusu, aslında Cemaat’e bir atıf mı?
Hayır, bu ifadeyi HDP’ye atıfla kullandı.
8 Haziran 2004’te cezaevinden çıkan Leyla Zana, Selim Sadak, Orhan Doğan ve Hatip Dicle, ilk iş olarak Abdullah Gül’e teşekkür ziyaretinde bulundu, yaptıklarından ötürü. Gül, Türkiye’nin sorunlarını sayarken birinci sıraya hep ‘Kürt sorunu’nu koydu. Geldiğimiz noktada, belki de Gül sayesinde devletle barışan Leyla Zana, silahlar susmazsa açlık grevine başlayacağını söylüyor. Gül devrede olsaydı, son dört ayda tüm bunlar yaşanır mıydı?
Abdullah Gül’ün o günkü yaklaşımı, aslında devletin politikasıdır. Gül, Kürt sorunu için çözüm sürecinin başlayacağı müjdesini ilk defa, benim de içinde olduğum çok dar kapsamlı bir gazeteci grubuna, İran resmi ziyareti sırasında söyledi. “Güzel şeyler olacak ve bu sorunun çözülmesi için çok ciddi adımlar atılacak” açıklamasıyla başlattı bu işi. Ama biliyoruz ki o, bir önceki MGK’da devlet adına oluşturulmuş bir politikanın Cumhurbaşkanı tarafından ifade edilmesiydi. Dolayısıyla o gün öyle davranan devlet, bugün böyle davranıyor.
“HDP’nin sandık başarısı PKK’yı rahatsız etti”
Neden o gün öyle davranıyordu, neden bugün böyle davranıyor?
Gördüğüm kadarıyla iki tarafın da yola çıkarken olan beklentileri, geldiğimiz bu noktada karşılanmadı. Öcalan, kendisiyle ilgili çok daha rahat edebileceği bir gelişmenin yaşanmasını bekliyordu, beklediğini alamadı. Bu arada PKK da en iyi bildiği şeyin elinden gideceğini gördü, yani silahlı mücadele. Ayrıca HDP’nin sandık başarısı da rahatsız etti PKK’yı…
Ya devlet açısından bakarsak?
Silahını bırakmayan bir örgüt var. PYD ile ortak davranarak askeri gücünü artmış bir örgüt. Seçimler öncesinden bahsedersek, muhatap aldığınız kitle muhataplık görevini tam yapamıyor görüntüsü vermeye başladı. Seçimde de tek başına iktidar olma tablosu çıkmayınca AK Parti, “Demek ki bu konuda halktan yeterince destek görmüyoruz” dedi.
Devletin Kürt sorununun çözümüne yönelik reformları çok ağırdan aldığı, ertelediği fikrine katılır mısınız?
E devlet öyledir, her şeyi öyle hemen vermez. Kendisini devlet yerine koyan gelişmeler bekler. Orada PKK, devleti devlet olarak görmedi! Aciz gibi gördü. Devlet her şeyi kabul eder, acizliği kabul etmez!
Devletin mücadele yöntemi de ciddi bir eleştiri konusu. Şırnak’ta Hacı Lokman Birlik adlı vatandaşın cesedinin yerlerde sürüklenmesi, Cizre’de sokağa çıkma yasağı olduğu için 10 yaşındaki Cemile’nin cesedinin buzdolabında saklanması ve özel harekât timlerinin öne çıkması, devletin 1990’lara geri döndüğü eleştirilerine haklılık kazandırmıyor mu?
Devlet öyle davranır. Türkiye Cumhuriyeti devletinden bahsediyorsak, terörle mücadelede, sivil bir insan olarak kabul etmemiz mümkün olmayan yöntemler kullanmayı, kendisi için bir beceri görür. Eğer siyaset onu dizginleyebilirse o zaman ceset sürükleme rezillikleri yaşanmaz; ama savaşın hâkim olduğu ortamlarda devlet güçlerini dizginlemek zordur.
Bütün bu görüntüler ve güç gösterisi, Kürtlerde yeni travmalar yaşatmayacak mı? Devletle olan bağlarının kopmasına sebep olmayacak mı?
Yaşatıyor da… Tüm bunlardan hiçbir hayırlı sonuç çıkmayacağını, tam tersine aklımızın en karanlık dehlizlerinde sakladığımız ne kadar kötü senaryo varsa hepsinin kendini belli edebileceğini düşünüyorum. Öyle bayrak mitingleriyle falan değil, tam tersine diyalog sürecini ciddi biçimde canlandıracak yeni bir yöntem bulmalıyız.
Dünyada bizim gibi etnik ya da dinsel teröre muhatap olmuş ülkelerde böyle bir barış süreci genellikle halkla paylaşılmaz. Biz bu süreci herkesin gözü önünde yürüttük. Herkesin gözü önünde yürüyen bir süreç, başkalarının parmak sokmasıyla sapabilir, nitekim de saptı.
Bugüne kadar sürecin devam ettiğinin bilindiği ortamlarda geriye dönüş hiç olmadı, dünyada. İlk defa bizde oluyor. Onun için en tehlikelisi şu anda bizde yaşanıyor.
Kutuplaşmanın böylesine sert yaşandığı bir dönemde, Abdullah Gül’ün siyasete dönüp dönmeyeceği çok tartışılıyor.
Siyasette aktif bir rol oynayabilmesi için ona ihtiyaç duyulması lazım. Abdullah Gül gibi geçmişinde bakanlık, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yapmış birisi. “Ben siyasete giriyorum” diye siyasete girmez.
İlginç bir yazınız var, Gül-Erdoğan ilişkisine dair… “Onlarınki bir kardeşlik değil, yol arkadaşlığı” diyorsunuz…
Öyle olmak zorunda… Siyaset bir ‘kardeşler yürüyüşü’ değildir! Yapılan şey politikadır ve o zemin üstünde yürüyüştür, yani yol arkadaşlığıdır. AK Parti başlangıçta kendi içinde bir koalisyonu sağlamış parti olarak kuruldu. Bugünse koalisyon kurulmasına en ters bakan parti!
“Gül’ün siyasete dönmesi her şeyden önce AK Parti’yi değiştirir”
Gül’ün siyasete girmesi neleri değiştirir?
Her şeyden önce AK Parti’yi değiştirir. AK Parti, toplumun beklentilerine cevap vermek için kuruldu. Halk da bunu anladığı için büyük teveccüh gösterdi. Oyunu, 2011 Seçimleri’nde yüzde 50’ye kadar ulaştırdı. Eğer bu parti son seçimde yüzde 9 oy kaybetmişse, insanların beklentilerine cevap vermede bir sıkıntı yaşıyor demektir. Bunlar yeniden tesis edilebilirdi. Şunu da unutmamak lazım… Sadece size oy verenleri düşünerek yapılan bir siyaset ülke yönetiminde yeterli değildir. Oyunuz yüzde 60’a çıktığında bile geride kalan yüzde 40’ı çok da ters bir noktaya itmemeniz gerekir.
Gezi Olayları’ndan bugüne, Erdoğan’a ve AK Parti’ye yönetilen en büyük eleştirilerden birisi de bu…
Türkiye’de böyle bir ayrışma maalesef, biraz da AK Parti’nin dikkatsizliğiyle yaşanıyor. O ayrışma Gezi’den önce başladı; ama Gezi ona bir ivme kazandırdı. Oyunuz yüzde 50’ye çıkıyor; ama karşı tarafta da yüzde 50’lik bir blok oluşuyor. Farklı farklı insanlar sanki tek bir gövdeymiş gibi size karşı tavır almaya başlıyorlar. Bir parti sadece kendisine oy veren kitle için politika üretmez. Geride kalanların da rızasını önemseyerek davranır. Epey süredir verilen mesajlarda unutulan bir gerçek bu. Onun getirdiği olumsuz bir noktadayız.
“Ayrılık başladıysa Cumhurbaşkanlığı sırasında başladığı belli”
Fehmi Koru, yakın dostu olan Abdullah Gül’ün, Erdoğan’ın baskın olduğu bir partide yer alma ihtimalini nasıl görüyor?
Erdoğan-Gül dengesizliği üzerine oturan senaryoların çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Erdoğan ve Gül, çok farklı insanlar. Öyle birbirini tamamlayan ve ortak özellikleri de var ki bir arada olduklarında, uzun bir süre Türkiye için çok yararlı bir tablo çıktı ortaya. Onların ayrılığı ne zaman başladıysa, Cumhurbaşkanlığı sırasında başladığı belli, sadece AK Parti’ye değil, ülkeye de kaybettirdi. Tekrar aynı noktaya gelebilmeleri için iki tarafın da büyük fedakârlık göstermesi gerek. Bu formül yeniden hayata geçerse Türkiye için büyük kazanım olur. Neden olmasın?