DOLAR

34,6455$% 0.25

EURO

36,3751% 0.18

STERLİN

43,5195£% 0.06

GRAM ALTIN

2.920,36%0,10

ONS

2.619,85%-0,23

BİST100

9.643,26%-0,17

a

Muhafazakar Zenginleri Yazdı: Kaybettik…

Muhafazakarların önemli yazarından zehir zemberek özeleştiri... "Kaybettik" dedi ve nedenlerini böyle yazdı...

Muhafazakar cenahın önemli yazarlarından Ali Murat Güven’in, Independent Türkçe’de yayımlanan yazısı, muhafazakar zenginler için büyük bir özeleştiri özelliği taşıyor.

Güven’in “Gözünü mal-mülk, para ve makam hırsı bürümüş paçoz köylülük… Sen bu ülkede tam olarak neyi yıktığının henüz farkında bile değilsin!” başlıklı yazısında, İslamcı bir genç olarak Refah Partisi’nin 90’lı yıllardaki başarılarından duyduğu heyecanı anlatarak başladığı yazısında, İslamcı hareketin geldiği noktayı özetledi.

Yazısına Ulvi Alacakaptan’ın “Meğerse, bizim adına ‘takvâ’ dediğimiz şey, parasızlıkmış” sözüyle başlayan Güven’in yazısının en çarpıcı bölümü sonuydu:

“Kaybettik. 

Teoriden pratiğe geçiş evresinde görkemli bir şekilde kaybettik. Çünkü, “devlet” adlı ejderha ile savaşmaya maddî ve manevî doygunluk olarak kesinlikle hazır değildik.

Köylülerin köylerinden habire savurup durmaları pek kolaydı. Taşradaki güvenli ve seçeneksiz sığınaklarından metropollere doğru ömürleri boyunca bol keseden savuran nicelerini, kentte emirlerine verilen ilk sahte sarışın sekreterin hafifçe gömleğin dışına taşmış göğüs çatalı târûmar etmeye yetti de arttı. 

Er kişi kısmısı metropollerde bu şekilde dağılıp giderken, hatun kısmısının hırslı köylülüğü ise yandaş müteahhitlerin astronomik bedellere dikip sattığı, isimleri Farsça ya da Arapça tamlamalarla “İslâmîleştirilmiş” (!) ultra lüks siteler, konaklar, vilallar, köşkler; yanı sıra da kamudaki havalı makam koltukları sayesinde kollara dizilen burma bilezikler üzerinden fethedilecekti. 

Böylelikle, Anadolu topraklarında, temel ilhamını İslâm’ın ahlâk ve ekonomi ilkelerinden alan bir yönetim anlayışının önümüzdeki 30-40 yıl boyunca yeniden bu düzeyde güçlenme şansı da sıfırlanmış oldu.

Hepimize geçmiş olsun.”

“OKURLARIMDAN BİRAZ SABIRLI BİR İZ SÜRÜŞ DİLİYORUM”

Ali Murat Güven’in uzun yazısı şöyle:

“Bu yazımda, aslî meseleme biraz dışarıdan, yani dairenin en dışından merkezine doğru çapları yavaş yavaş daralarak ilerleyen dairelerle ulaşacağım. Betimlemeye çalışacağım “yara”nın büyüklüğü ve derinliğini gözler önüne serebilmek için böyle çetrefilli bir anlatım tekniği şart çünkü…

Merkeze doğru ilerleyen o halkalar, ilk anda, üstünkörü bir bakışla, konuyla hiç ilgisiz, hattâ ana konuyu dağıtıyor gibi gözükebilir gözlerinize… Lâkin, gerçek hiç de öyle değil… Ardarda anlatacağım bütün hikâyeler, aslında ana konunun ta kendisini oluşturmakta… 

O yüzden, okurlarımdan biraz sabırlı bir iz sürüş diliyorum. 

Düzenli maaş alarak çalıştığım ilk medya kuruluşunu başlangıç noktası olarak kabul edersem, 2020 yılı sonu itibarıyla medya sektöründe 35 yılı geride bırakmış durumdayım.

Bu sektöre -bir haber-fotoğraf ajansının sahipleri olan babam ve amcamın çalışmalarının da çocuk gönlümü ayartmasıyla- oldukça genç yaşta girdim ve hamd olsun ki son derece renkli bir meslek hayatı yaşadım.

Kimi zaman yazılı basında dergiler, gazeteler, kimi zaman televizyon kanalları, kimi zaman da sinema-TV sektöründe yapım firmaları…

Hepsi de bana ayrı ayrı değerler kattı, beni bugün olduğum kişiye dönüştürdü. 

Şimdi geriye dönüp bu 35 yıla alıcı gözüyle yeniden baktığımda, meslekî açıdan en yoğun öğrenme sürecini yaşadığım adreslerden birinin, Türk sinemasının efsanevî yapımcısı Türker İnanoğlu’na ait Erler Film olduğunu hatırlıyorum.

1992 yılının sonlarında “kamera asistanı” olarak bünyesine dahil olduğum o şirkette, daha doğrusu Erler Film’in o günlerde mantar gibi türeyip duran özel televizyonlara fason programlar üreten yan şirketi URT’de (Ulusal Radyo ve Televizyon A.Ş.), Nisan 1994’de zorunlu olarak askere gidene kadar, gırtlağıma kadar sinema ve televizyonculukla dolu müthiş bir çıraklık dönemi geçirdim.

Heybetli, karizmatik ve ilk anda epeyce ürkütücü bir adam olan sevgili Türker Hoca tarafından, makam odasında bizzat sorgulanarak gerçekleşen bir işe almaydı bu…

“Sinemanın, televizyonculuğun en çok ne tarafını seviyorsun evlat?” diye sormuş, ben de “Kamerayı, kamera arkasını efendim” cevabını vermiştim.

Bunun üzerine telefonu kaldırdı ve dahili hattan ilgiliye gerekli talimatları vererek, beni binanın en alt katındaki “Kameramanlar Odası”na zimmetledi.

Artık, çoğu ya anne-babasının yanında çıraklıktan itibaren sinema-TV sektöründe yer almış, her biri mesleğinde büyük usta düzeyine ulaşmış, bazıları da Türk sinemasının ölümsüz klasiklerine imzasını atmış bir düzineyi aşkın görüntü yönetmeninin ortasında, onların tatlı-sert direktifleri eşliğinde oradan oraya top gibi koşturup duran heveskâr bir çıraktım.

Görüntü ustalarının o küçük toplanma odası, sonraki bir buçuk yıl boyunca, bu mesleğin Çetin Gürtop, Süha Kapkı, Halil Arif Nurdan, Nadi Özerkal, Hakan Gürtop, Cem Molvan gibi seçkin isimleriyle kâh acı, kâh tatlı, ama hepsi de unutulmaz serüvenler yaşamama vesile olacaktı. 

Sektördeki pek çok kişinin de hakkını teslim ettiği gibi, “Erler Film/Ulusal”, “Benim mesleğim gelecekte sinema olacak” diyen biri için kelimenin tam anlamıyla bir okuldu.

En yüksek prestijli sinema okulundan çok daha derinlikli eğitim alabileceğiniz bir okul… Ustaların, ara ara klasik Yeşilçam dönemi geleneklerine başvurarak çıraklarını esaslı bir şekilde silkeledikleri türden, sert, ama her dakikasıyla eğitici-öğretici bir okul…

“MUHABBET MÜTHİŞ BİR YÜKSELİŞE GEÇMİŞ OLAN ‘REFAH HAREKETİ’NE GELDİ”

Buradaki kamera asistanlığımda, kısa bir süre içinde, o zor beğenen grubun arasında iyi-kötü tutunmayı başardım; bunun sonucunda da şirkette kameramanlara günlük iş dağılımlarını yapan departmanın bizim gibi genç asistanların iş kartlarına ara ara -teşvik mahiyetinde- yazdığı “program kameramanlığı” görevleriyle taltif edilmeye başlandım.

Henüz ikinci aydan itibaren, kıdemli bir ustanın yalnızca kamerasını, akülerini, kablolarını, lenslerini taşıyan çırağı olmaktan çıkıp, çekimlerinde çok da büyük hüner gerektirmeyen rutin programlara stüdyo kameramanı olarak girer olmuştum.

Bir gün, bu çekimlerden bir tanesinde yaşadığım, kalabalık bir oyuncu topluluğunun orta yerinde gerçekleşmiş hararetli bir sohbeti anlatacağım sizlere… 

Ulusal’ın o dönemde TRT’de “Bir Başka Gece”, ATV’de “Felekten Bir Gece” gibi dış yapım müzik-eğlence programları vardı ve biz de o popüler programları A’dan Z’ye hazırlayan ekiptik.

Bu programların içine serpiştirilen üçer-beşer dakikalık komedi skeçlerinde de “Ulusal’ın gediklileri” diye anılan bir sinema-tiyatro-televizyon oyuncuları grubu yer almaktaydı.

Kayhan Yıldızoğlu, Volkan Severcan, Nevzat Okçugil, Buket Dereoğlu, Pelin Körmükçü, Şemsi İnkaya, Asuman Arsan ve Peker Açıkalın, ekranlardan Türkiye’ye yıllarca neşe saçan bu güzide ekipten şimdi hatırlayabildiğim birkaç isim…

Bir gün yine, Ulusal’ın Şişli’deki Kodaman Sokak’ta kurulu büyük stüdyosunda, anılan ekibin o dönemin müzik-eğlence programlarında yer alacak bazı skeçlerini çekiyorduk.

Saatlerce süren yorucu bir çalışmanın ardından, ekibin doğal lideri, yaşça ortamın en kıdemlisi konumundaki abidevî aktör Kayhan Yıldızoğlu, “Yeter yahu Aram’cığım, iki saattir resmen pestilimiz çıktı, oturup biraz dinlenelim, birer bardak çay içelim, dilimiz damağımız kurudu” deyince, yönetmen Aram Gülyüz çekime yarım saatliğine ara verdi, ben de o an kamera arkasındaki afili görevimi bırakıp derhal bir çırağa dönüştüm ve çay ocağına koşturdum.

Tüm oyunculara ve teknik ekibe yetecek miktarda çay bardağıyla dolu bir tepsiyle geri döndüğümde, skecin oyuncuları, bir kenar mahalle atmosferini oluşturan dekorların üzerine gelişigüzel şekilde dağılmış durumdaydı.

Her oyuncu, bulabildiği bir kıçlık yere oturmuştu. Bütün ekibe çaylarını tek tek dağıttıktan sonra ben de bulduğum bir yere iliştim ve ortamda dönen muhabbete kulak vermeye başladım.

Türk sinemasının genç ve yaşlı kurtlarının akla hayâle gelmedik taşlamalarla dolu o muhabbetlerinin tadına doyum olmuyordu çünkü…

Derken, muhabbetin konusu döndü dolaştı, o sıralarda özellikle yerel yönetimler ölçeğinde müthiş bir yükselişe geçmiş olan “Refah Hareketi”ne geldi.

Refah Partisi, o sıralarda kemikleşmiş tabanının sınırlarını fazlasıyla zorlayan yepyeni toplumsal açılımlar yapmaktaydı.

Siyasal arenada büyük oynamaya yetmeyen geleneksel oy oranını daha da yukarılara çekebilmek için, toplumun kendisine görece uzak kesimlerine dahi gülücükler eşliğinde güller uzatan son derece rasyonalist bir dil geliştirmişti Erbakan ve kurmayları…

Partinin gönüllüleri, ellerinde çiçekler, o güne kadar muhafazakâr kesimin hiç girmedikleri mekânlara, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki barlara, pavyonlara, meyhanelere, hattâ genelevlere gidiyor, önlerine çıkan kadın, erkek, konsomatris, garson, barmen, tuvaletçi, kadın satıcısı, fahişe, her kim olursa olsun, tatlı dille, güler yüzle, “Refah Partisi’nin yönetim felsefesi’nin hepsini ayrımsız biçimde kucaklayacağını” anlatıyorlardı. 

“KULLANDIĞI BÜTÜNCÜL DİLE BAKIP, KAMPANYAYI YÜRÜTENLERİN RAHATLIKLA SOSYALİST BİR HAREKETE MENSUP OLDUKLARINI ZANNEDEBİLİRDİNİZ”

Ki genç ve coşkulu bir dindar olarak, bu yeni söylem, Refah’ın milyonlarca taraftarı gibi beni de fazlasıyla mutlu etmekteydi.

Çünkü, memleketteki her toplumsal sınıfı sevgiyle kucaklamaya dönük bu yeni yaklaşımın olumlu rüzgârlarını günlük hayatımda sık sık gözlemliyordum.

O dönemde Anajans kreatif ekibinin hazırladığı, içinde işçi, memur, patron, işsiz, ev kadını, madenci, hayat kadını gibi çok farklı sosyal sınıflardan karakterlerin hayat mücadelesi sırasında çektikleri zorlukları anlattıkları o dillere destan reklam kampanyası da bu ılıman rüzgârların yaman bir ateşleyicisi olmuştu.

Öyle ki, o sıralarda Türkiye’yi kısa süreli ziyaret eden yabancı biri olsanız, Refah’ın bu tozu dumana katan kampanyasının ve sokaklardaki coşkulu propagandistlerinin kullandığı bütüncül dile bakıp, kampanyayı yürütenlerin rahatlıkla sosyalist bir harekete mensup olduklarını zannedebilirdiniz.

O günlerde Türkiye’de siyasal roller inanılmaz bir şekilde tersyüz olmuş durumdaydı. Sosyal demokratların ve bir miktar da sosyalist solun sözcüsü olması beklenen Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), yanı sıra da farklı farklı tonlara sahip diğer sol kanat partiler ülke kamuoyu tarafından gitgide daha fazla oranda “katı devletçi jakoben yapılar” olarak algılanırken, Refah Partisi ise bir tür “dindar sosyalist” halk hareketinin sözcüsü konumuna yükselmişti.

Ki aslında bu küresel siyasette o zamana kadar hiç görülmemiş türden bir sentez değildi. Geçmişte Latin Amerika’da da kilisenin birkaç kez emekten, hakça paylaşımdan yana tavır alıp, sol hareketlerin ardında saf tuttuğu dönemler olmuştu. 

İşte, çalıştığım film yapım şirketinde, her biri ülkenin çok sevdiği, saydığı, neredeyse haftanın 4-5 gecesi ekranları şenlendiren bir grup sinema-tiyatro oyuncusu, verilen o kısa çekim molasında, tam da böyle bir iklimde “Refah’ı ve takunyalı Refahlılar”ı tartışıyordu. 

Grubun içinde geleneksel laik-seküler-Atatürkçü çizgiye yakın olan bazıları “Aga, bunlar çok tehlikeli, bakmayın şimdi yüzümüze güldüklerine falan, bugünlerde millete Beyoğlu’nda, Etiler’de, Bebek’te, Ataköy’de, Bakırköy’de böyle gül uzatıyorlar. Ama iktidara geldikleri takdirde bizi körleşmiş ağızlı testerelerle kıtır kıtır kesecekler” şeklindeki o ünlü retoriği tekrarlarken, daha genç ve daha solda olan bazıları ise bu söyleme şiddetle karşı çıkıp, bambaşka bir yaklaşım sergilemekteydi.

Ben ise, şirkette zurnanın son deliği olarak, konuşmalara en ufak bir müdahalede bulunmadan, ortamın bana kazandırdığı bilgi ve görgü birikiminden olabildiğince istifade etmenin derdindeydim.

Tartışma, ilerleyen dakikalarda gitgide kızıştı. Oyuncular, “Refah’ı bir kez olsun denemekte bir beis olmadığını savunanlar” ile “onların iktidara gelmelerinin ne yapılıp edilip, gerekirse askerin sopasıyla engellenmesi gerektiğine inananlar” şeklinde ikiye bölündü.

“PEKER AÇIKALIN TARTIŞMANIN ORTA YERİNE CÜMLELERİ ÂDETÂ BİR BALTA GİBİ SAPLADI”

İşte, tam o esnada, aktörlükteki yeteneklerini o günlerden günümüze kadar her zaman sevgi, saygı ve takdirle izlediğim bir isim, ekibin o tarihlerdeki görece genç üyelerinden Peker Açıkalın, tartışmanın orta yerine şu cümleleri âdetâ bir balta gibi sapladı:

“Hanımlar, Beyler! Boş konuşuyorsunuz, boş! Hepiniz boş konuşuyorsunuz! Refah câmiâsı, bu samimiyeti, bu çalışkanlığı ve bu gayretiyle yerel yönetimleri de ülkenin yönetimini de fazlasıyla hak ediyor, Eğer ki bu ülkede gerçek bir demokrasi var ise onlara da hem şehirleri, hem ülkeyi yönetme fırsatı mutlaka tanınmalı…

Biliyorsunuz, ben sosyalistim, damarımı kesseler böyle bir partiye yine oy vermem. Ama kapımıza tanıtım için gelen o gencecik kızların yüzüne bakıyorum. Hepsi de tertemiz, pırıl pırıl.. Bu ülkeyi güçlü bir sanayi kurarak kalkındıracaklarına, yolsuzluğu sona erdireceklerine, hakça bir düzen kurabileceklerine nasıl da içtenlikle inanıyorlar.

Dahası, inanmakla kalmayıp, hayâllerini, ütopyalarını bizlere de coşkuyla anlatıp duruyorlar. Her yerde karşıma çıkıyor Refah gönüllüleri… Ellerinde çiçekler, kitapçıklar, yüzlerinde güller açarak konuşuyorlar. Kendilerine kötü davranıp tersleyenlere bile aksi tavır almayıp, ‘Pekiyi, iyi günler efendim’ diyerek oradan edeple uzaklaşıyorlar.

Bunca yıllık sosyalistim, hayatım boyunca Refahlılar kadar okuyan, araştıran, kendilerini ışıtıp bilgilendirmek için çabalayan bir kitle görmedim. Bizim sol gruplarda bile görmedim. Otobüse, vapura, trene biniyorum. Bütün başörtülü kızların, sakallı oğlanların ellerinde birer kitap, kimseyle uğraşmayıp doğrudan kitaplarını okuyorlar. Ellerinde de öyle tırı tıvırı kitaplar da yok ha! Tarih, şiir, roman, siyaset, ekonomi kitapları…

Bu adamlar, siyasal görüşlerine ister katılın, isterse katılmayın, dâvâlarında son derece inançlı, kararlı ve namuslu adamlar… Ben de böyle insanlardan Türkiye’ye bir zarar geleceğine inanmıyorum. Sözgelimi, şu binadaki Yeşilçam kuşağından örnek vereyim.

Uzak bir yere gidecek olsam, karımı, çoluğumu çocuğumu bu binadaki kişilerin hemen hiçbirine emanet etmem! Ama, kapıma gelen o temiz yüzlü, velev ki azarlansa bile sinirlenmeyen, en fazla ‘Hayırlı günler’ deyip giden hacı amcaya, hacı ablaya, başörtülü genç kızlara, sakallı yağız oğlanlara aynı aile üyelerimi aylarca bırakabilirim. Kendi inancının, ideolojisinin, dâvâsının namuslusu olan kişiler bunlar çünkü… Benim dinsel inancım yok, ama dinsel inancın bu insanları nasıl olumlu yönde biçimlendirdiğini çok net gözlüyorum. 

O yüzden faşistlik yapmayı bırakın. Refah, bu idealizmle belediyelere gelse, İstanbul ve bütün Türkiye bal dök yala bir yer olur. Bunların hiç kimsenin yaşam tarzına müdahale edeceklerine de inanmıyorum.

Cumhuriyet, sınırları ta en baştan çizmiş. O sınırları isteseler de geçemezler. Bizim trışıka sosyal demokratlarda hiç görmediğim düzeyde bir ülkeye hizmet aşkı, kendilerini gösterme arzusu gözlüyorum siyasal İslâmcılarda…

Bu müthiş toplumsal enerji boşa gitmemeli, Bilakis, belli bir süre dümene geçmeleri Türkiye için hayırlı bile olabilir. O yüzden, tırı vırı yapmayı bırakın, biraz rasyonel olun. Refah hareketi hızla büyüyor ve sahip olduğu bu idealizmle, büyümeli de…”

Aradan neredeyse 27 yıl geçmiş durumda… Doğaldır ki belleğim o gün, o dakika sevgili Peker Açıkalın’ın yaptığı ateşli konuşmanın her cümlesini birebir hatırlayamıyor. Ama sizi temin ederim ki, genel konsepti itibarıyla birebir bu minvalde bir savunuydu.

Nitekim, başta Volkan Severcan olmak üzere, dekorların üzerinde oturmuş çaylarını yudumlayan diğer pek çok aktör ve aktrist, “Doğru aslında, onlar da bir kez denenebilir”, “Peker doğru söylüyor, müthiş bir idealizmleri var”, “Özleri sözleri bir kişiler İslâmcılar” gibi onay cümleleriyle, onun bu ateşli konuşmasını destekler mahiyette sözler sarfedecekti.

“’İŞTE BU!’ DİYORDUM İÇTEN İÇE”

1993 yılında bir sonbahar günü, Türkiye’de kültürü, sanatı, bilimi, ekonomiyi, sosyal hayatı biçimlendiren en büyük kent olan İstanbul metropolünde, Türkiye’nin eğlence ekranlarını biçimlendiren büyük bir program yapım şirketinin stüdyosunda, Türkiye’nin gözdeleri olan bir düzineyi aşkın sanatçının, o sıralarda yıldızı adım adım yükselen siyasal İslâmcılığa ilişkin yargıları işte tam olarak bu yöndeydi: 

“Biz hayat felsefelerini çok sevmesek, çok beğenmesek de sonuçta özü sözü bir, çalışkan, tutarlı, idealist insanlar… Ve güvenilir… Uzun bir yolculuğa çıkacağımız zaman, çoluk çocuğumuzu gözümüz arkada kalmadan emanet edebileceğimiz kadar güvenilir hem de…”

O gün, sağa sola dağılmış boş bardakları tepsiye toplayıp, molanın bitiminde yeniden kameramın başına geçerken, yüreğim oradaki hiç kimseyle paylaşamayacağım bir sevinç ve coşkuyla kaplanmış durumdaydı.

“İşte bu!” diyordum içten içe, “Benim arkadaşlarımın, kadın ve erkek yoldaşlarımın toplumun en uç, en ekstrem sayılan kesimlerinde bile hâkim kıldığı genel izlenim artık bu… Sizlerle tek tek gurur duyuyorum sevgili dâvâ arkadaşlarım!” 

“AKLA HAYÂLE GELMEYECEK BİR İLÇEDE BELEDİYE BAŞKANLIĞINI KAZANMIŞ OLUŞUYDU…”

Şimdi de zaman makinemize tekrar binip Ulusal’ın büyük stüdyosundan ayrılıyor, o günden yaklaşık 7-8 ay sonrasına, 1994 yılının yaz başlarına sıçrıyoruz. Mekân olarak da Van’ın Erciş ilçesinde, 10. Piyade Tugayı’ndaki bir er-erbaş kafeteryasındayız.  

Vatanî görevimi yapıyorum. Amasya-Eryatağı’ndaki Çavuş Talimgâhı’nda geçirdiğim bir aylık zorlu bir acemilikten sonra, kollarıma önce onbaşı, ardından da çavuş pırpırı takarak Erciş’e gönderilmişim.

Muhabere Bölüğü’ndeki günlük rutin görevlerimizin bittiği sessiz sakin bir saatte, çarşıdan gelen bir arkadaş, ona ısmarladığım gazeteyi önüme bırakıp gitti. Ben de kendime kantinden bir çay alıp, günün gazetesine keyifle göz atmaya başladım. 

30 Mart 1994 yerel seçimlerinin üzerinden henüz birkaç ay geçmiş. Seçimlerin en büyük bombası ise hiç kuşku yok ki Refah Partisi’nin Beyoğlu gibi akla hayâle gelmeyecek bir ilçede belediye başkanlığını kazanmış oluşuydu. 

Evet, inanılmaz ama gerçek; Beyoğlu’nun belediye başkanlığı koltuğunda artık Refah Partisi’nin önde gelen isimlerinden Nusret Bayraktar oturmakta… 

Bütün o yerel seçim sürecini uzaktan, kışla ortamının apolitik ve kısıtlı şartlarında zar zor takip etmiş biri olarak, “günah kenti” (!) Beyoğlu’nda yeni yönetimle birlikte neler oluyor, ta Erciş’lerde derin bir merak içindeydim.

Ne de olsa gençtim, ütopyaları dipdiri bir İslâmcı olarak da -Peker Açıkalın’ın önceki sonbaharda stüdyoda sözünü ettiği türden- tepeden tırnağa bir idealizmle yanıp tutuşuyordum: 

“Bizler, eninde sonunda, halkımızı iknâ ederek, onların gönlünü kazanarak barışçıl ve demokratik yollarla iktidara geleceğiz, sonrasında da bu ülkeye nicedir özlediği demokrasiyi, hakça paylaşımı, sosyal devlet anlayışını, hukuk düzenini, hem yöneticiler hem de halk tabakalarında karşılıklı sevgiyi, saygıyı, vicdanı, merhameti, birlikte insanca yaşama kültürünü, velhasıl çok yüksek bir ahlâk anlayışını çatır çatır getireceğiz!

Bizim iktidarımızda, hiç kimse alın teriyle hak etmediği bir fındık tanesini dahi rahatça yiyemeyecek! Hele de devlet işlerine soyunan, elinde iktidarın gücü bulunanlar, attıkları her adımda kırk kez düşünecek, öyle adım atacak.”

Beyoğlu, ülkenin sosyolojik bileşimi görünümünde bir ilçe olarak elbette ki çok önemliydi. Refahlı belediyenin orada yapıp edecekleri bütün Türkiye’yi olumlu ya da olumsuz etkileme potansiyeline sahipti.

Kafeteryada oturmuş, bir yandan kâğıt bardaktaki çayımı yudumlar, diğer yandan da dışarıdan getirttiğim gazeteye göz gezdirirken son anda yakaladığım bir haber, o anda gözlerimin faltaşı gibi açılmasına yol açacaktı.

Şimdi artık adını ve tam unvanını falan hatırlamam imkânsız; ama İstiklâl Caddesi’nin en görkemli Katolik Hıristiyan mâbedi, St. Antoine Kilisesi’nden üst düzey bir yetkili, muhtemelen de baş rahip, medyaya ve kamuoyuna, ilçenin çiçeği burnunda Refahlı belediyesiyle ilgili hürmet dolu bir açıklama yaparak teşekkür etmişti.

Haberi iki tur üst üste ve soluksuz okudum. Meğersem, Beyoğlu’nun ayyaşları, uzun yıllardan bu yana, geceleri kafaları çekip çekip kilisenin önüne geliyor ve St. Antoine’ın duvarlarına işiyorlarmış.

Bu rezil alışkanlıkları zaman içinde iyice yerleşmiş ve kilisenin dış duvarları âdetâ bir umumi tuvalet gibi kokmaya başlamış.

Öte yandan, bir de günlük çöplerini tam oraya atan bazı saygısız esnaflar türemiş. Bütün bu pis koku ve kirlilik kiliseyi ziyarete gelen yerli ve yabancı turistleri ciddi biçimde rahatsız ederken, baş rahibin yetkileri ise bu tür saygısızca davranışların önünü almaya yetmiyormuş.

En sonunda kalkmış, Refahlı belediyeye gitmiş ve onlardan yardım istemiş. Dönemin belediye başkanı Nusret Bayraktar da “Olur mu öyle çirkinlik, orası da Allah’ın evidir, bir ibadethanedir ve bizim için mukaddestir” diyerek, derhal St. Antoine’ın hem dışını, hem de içini 7/24 temiz tutmakla görevli bir ekip kurmuş.

Bu temizlik ekibi, kolları sıvayıp ilk olarak binanın dış duvarlarını deterjanlı, köpüklü sularla yıkamış, binanın önüne boylu boyunca yayılan kırık cam şişelerini toplamış, duvarlara kocaman “Çöp atılması yasaktır” tabelaları asmış ve aynı tacizkâr hareketler tekrarlanmasın diye ilçe zabıtaları da bölgeyi kesintisiz gözlem altına almış.

Rahibin mutluluğu, işte bu yüzdenmiş. “İslâmcı” bir belediye, Katolik Hıristiyanlığın İstanbul’daki en büyük mâbedine gözü gibi bakmaya başladığı için…

“UZUN DÖNEM ASKER ARKADAŞLARIMA DA O KUPÜRÜ SIK SIK OKUYUP PAYLAŞTIM”

Gazetede bu haberi okuduğumda tarih 1994 yılının Temmuz ayı falandı. Ve ben de 26 yaşındaydım. Yemin olsun ki gurur ve mutluluktan dolayı neredeyse oturduğum tahta sandalyeden fırlayıp kafamı tavana vuracaktım.

Haberi gazeteden özenle kestim, sonraki günlerde tugayda karşılaştığım, dindarlık ortak paydasında buluşup yakınlaştığımız diğer bazı kısa ve uzun dönem asker arkadaşlarıma da o kupürü sık sık okuyup paylaştım.

“İşte” diyordum her fırsatta kendi kendime, “İşte bizim yerel yönetimimiz bu! Hizmet ettiği her kesimden insana karşı adaletli, merhametli, ölçülü, sevgi ve saygı dolu… Özetle, her açıdan ahlâklı! Vaktiyle Peygamberimiz’e bir Yahudi ya da Hıristiyan din adamı gelip benzer bir şikayette bulunsaydı, Peygamberimiz de bire bir aynısını yapardı! Yarın ülke yönetimine tâlip olalım, kısmet olup da o koltuklara oturalım, ülkeyi yönetirken yine böyle olacağımıza dair en ufak bir kuşkum yok. İnsanlar bizim iktidarımızdayken, dünyada erken bir cenneti yaşayacaklar! Çekip gitmeye kalksak, ‘Allah aşkına gitmeyin, sizden çok memnunuz’ diye yalvaracaklar!”

Bu anlamlı olayın sonrasında, yine bazı Refahlı belediyelerde, yerel yönetim binalarının giriş kapılarına, her gün rutin olarak içeri girip çıkan bütün memurların ve işlerini halletmek üzere belediyeyi ziyaret eden vatandaşların net olarak görebilecekleri noktalara, üzerinde Peygamber’in “Rüşvet alan da veren de mel’undur” hadis-i şerifini barındıran tabelaların asılması, kimi başkanlarının yemeklerini makam odalarında yeme geleneğini kaldırarak öğlenleri emekçileriyle birlikte yemekhanelerde yemek yemeye geçmeleri, kimilerinin lüks makam araçlarını başka işlere tahsis edip daha mütevazı araçlarla işe gelip gitmeleri gibi diğer “sosyalist” uygulamalarla bu kıvanç, bu gurur, bu mutmainlik duygum, tıpkı milyonlarca yoldaşımda olduğu gibi katmerlenerek artacaktı. 

Bizim farkımız işte buydu. Hizmet ve dua almak için tâliptik devlete, devletin yönetim organlarına… İnsanları ezmek, üzmek ve bölmek için değil…

“DIŞARIDA SİYASETTE ESEN SERT RÜZGÂRLAR BİZİ KIŞLANIN İÇİNDE PEK FAZLA ETKİLEMİYOR”

Bana artık hatırladıkça mutluluk değil acı veren o kalabalık hatıralar galerimden son bir hatıra daha… Bu kez, zaman makinemizle, 28 Şubat 1997 post-modern darbesinin hemen sonrasına gidiyoruz. 

Star Televizyonu’nda, dönemin fenomen programı “Teksoy Görevde”de muhabir ve editör olarak çalışıyorum. İslâmî medyadaki çalışma yıllarımdan yakın bir arkadaşım yedek subay olarak askere gitmiş, jandarma asteğmen olmuş ve Ankara’daki görev yerinden İstanbul’a izinli gelmiş. Bu kısa izninde de beni Star’ın İkitelli’deki binasında ziyaret etmek istemiş.

Geldi, birbirimize sarıldık, karşılıklı ilk hâl hatır sormalardan sonra da kanalın kafeteryasına oturduk. “Ne yapıyorsun? Nasıl gidiyor askerlik?” diye söze girdim. Bu sorumda da o sıralarda sürüp giden 28 Şubat baskı iklimini kasteden belli belirsiz bir ton bulunmaktaydı. Çünkü, arkadaşım bir imam-hatipli ve üstüne üstlük ilâhiyat fakültesi mezunuydu.

Öylesine kasvetli bir atmosferde, onu yedek subay elemelerinde nasıl olup da asteğmen bıraktıklarını hâlâ anlayabilmiş değildim. Çünkü, bitirdiği okullar itibarıyla görünüşte bu türden bir renk vermeyen ben bile ASAL (Askere Alma Dairesi) tarafından memleketin mümkün olan en uzak köşesine savrulmuştum usta birliğinde… Öyle ki gönderildiğim birlikteki ilk “kısa dönem” askerdim! 

Nitekim, arkadaşım da sorumdaki o endişeli tonu yakalamakta hiç zorluk çekmedi ve “İyiyim, iyiyim, bizim oradaki durumlar tam da senin düşündüğün gibi değil” dedi, “Bilakis, milyonlarca liralık askerî fonları yönetiyorum. Benim imzamla kasaya her gün tomar tomar para giriyor ve çıkıyor.”

“Nasıl yani?” dedim bu kez… Durumu, o günlerin siyasal iklimi göz önünde bulundurulduğunda resmen “inanılmaz” görünüyordu çünkü…

Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı ve orada akçeli bir bölümün idaresine verilmişti. Kasasında epeyce para dönen bir yer, muhtemelen jandarma teşkilâtı için gerekli olan rutin satın almalarla ilgili bir bölümdü. 

“Bölümün mâlî işlerini yöneten asteğmen terhis olduktan sonra yeni bir kasa sorumlusu arayışına girmişler. Tuzla’daki yedek subay eğitimimi bitirip oraya asteğmen rütbesiyle atanır atanmaz, komutanlarım hemen beni çağırtıp karşılarına diktiler ve bir sürü sorular sormaya başladılar” dedi.

Sonrasını da gülerek anlatmaya başladı:

“Anamı sordular, babamı sordular, dindarlığımı, okuduğum okulları sordular, Atatürk’ten sordular, Cumhuriyet’ten sordular. Mûtedil bir dindar olduğumu, bu ülkenin temel değerleriyle herhangi bir sorunum bulunmadığını dilim döndüğünce anlattım. Sonunda da bir albay şöyle bir konuşma yaptı: 

‘Evladım, sen de biliyorsun ki burası bu vatanın insanlarının askere gönderdikleri çocukları yesin içsin, giyinsin, iyi eğitim görsün diye kendi boğazlarından keserek vergileriyle, bağışlarıyla destekledikleri hassas bir ocak… Biz de para pul işlerinin fazla olduğu birimlerde her zaman ‘düzgün adam’ ararız.

Seni gözümüz tuttu. Dindar çocuksun, Allah’ından, kitabından, peygamberinden korkuyorsun, eminiz ki bir ilâhiyat fakültesi mezunu olarak senin aklın bu tür akçeli işlerde kötü yönlere kaymaz. O yüzden, burayı askerliğinin sonuna kadar sana teslim etmeye karar verdik.’

O şekilde aldım görev mührünü ve imza yetkisini… İşimi de dört dörtlük bir titizlikle yapıyorum. Ben komutanlarımdan memnunum, onlar da benden memnun… Olay budur. Dışarıda, siyasette esen sert rüzgârlar bizi kışlanın içinde pek fazla etkilemiyor. Orada da dindar insanlara karşı belirli bir saygı ve güven var.”

“ÖZEL HAYATINDA SAMİMİ DİNDAR OLAN ASKERLER BİZİM İÇİN HER ZAMAN GÜVENİLİRDİR”

Düşünebiliyor musunuz, Jandarma Genel Komutanlığı bünyesindeki böyle bir değerlendirme süreci, ülkede post-modern darbe yapılıp Refahyol hükûmeti iktidardan indirildikten taş çatlasın birkaç ay sonra gerçekleşiyordu.

Yani, o dönemde ali kıran baş kesen görünümünde olan üst rütbeli askerler diyorlar ki, “Siyasal İslâm’dan korkularımız bir yana, özel hayatında samimi dindar olan askerler bizim için her zaman güvenilirdir, önceliklidir, gereklidir. İmânsız askerlik olmaz, kalplerinde Allah korkusu olan askerler de akçeli işlerin teslim edilebileceği en doğru kişiler arasında yer alır. Sen dindar bir gençsin, bu işin eğitimini de almışsın. O yüzden, kasanın başına oturtmak üzere aramızdan seni seçtik.” 

İstesem, 52 yıllık ömrümün, 35 yıllık da meslekî geçmişimin içinden bu minvalde kolayca 15-20 hatıra daha bulup çıkarır ve okuduğunuz yazı kapsamında sizlerle ardı ardına paylaşırım.

Ancak, o zaman da Independent Türkçe yönetimi, zaten yeterince uzun olan yazılarım karşısında iyice çıldırır ve bu güzel işbirliğimize henüz üçüncü haftasında son verir.

O yüzden, hayatımın üç ayrı dönemine ait bu üç anlamlı hatıranın maksadı hâsıl etmede fazlasıyla yeterli olduğunu düşünüyor, zaman makinemle hatıralar diyarında dolaşma faslını sonlandırarak, artık yavaş yavaş günümüze geliyorum.

“Köylülük”, her ne zaman “kamu kurumlarında ahlâkî yozlaşma”ya ilişkin bir tartışma açılsa, o hiçbir zaman düşmeyen tansiyonuyla, öfkeli bir şekilde diyor ki,

“Aramızdan yerel yönetimlerde ya da hükûmet organlarında yanlış yapanlar olduğunda, onları ne zaman alttan aldık? İktidarımız süresince yozlaşmaya hiçbir zaman müsamaha göstermedik. Çıkmışsa bu uzun iktidar sürecinde tek tük üç-beş kişi, onların da makamlarını ellerinden aldık, siyasal kariyerlerine son verdik. Daha başka ne yapacaktık ki?”

“BUNUN ÖZELEŞTİRİSİNİ TAM BİR AÇIKLIKLA, YİĞİTLİKLE, DÜRÜSTLÜK İÇİNDE YAPABİLECEK ÇAPTA KAFALAR DEĞİL BUNLAR”

Yaptıkları, yani, üç-beş yılda bir aralarından son derece zayıf bir halkayı kurtların önüne atarak kurban verişleri, onlara, siyasal İslâmcılığın Türkiye kamuoyunda bundan 30 yıl önceki o tertemiz, pırıl pırıl imajını bugün de aynı dirilikte ayakta tutma çabası olarak fazlasıyla yeterli geliyor. 

1994 yılındaki İstanbul Büyükşehir Belediyesi zaferinden itibaren, adım adım, katman katman yüzleşilen “iktidar” ve “modernite”nin bu hareketin genetik kodlarında nasıl derinlemesine bir deformasyona yol açtığını, yol boyunca karşımıza çıkanların bizden neleri alıp götürdüğünü lâyıkıyla idrâk edebilecek, bunun özeleştirisini tam bir açıklıkla, yiğitlikle, dürüstlük içinde yapabilecek çapta kafalar değil bunlar…

Konuşurken hâlâ temel ölçü birimleri, “çıkılan kat”, “atılan beton”, “duble yolun uzunluğu”, “köprünün genişliği”, “gökdelenin kaç katlı olduğu”, “çocuk parkında kullanılan malzemenin ne denli kaliteli olduğu” falan…

Tıpkı benim gibi kahredici bir hayâl kırıklığının pençelerinde kıvranan pek azı hariç, ezici bir çoğunluğu hâlâ “öz”ün büsbütün yitip gittiğinin farkında değil… O yüzden de eleştiriler karşısındaki bütün laf yetiştirme cümlelerine, “mazruf”a değil “zarf”a ilişkin teferruatlar egemen…

İnsanlar, toplumsal arenanın sinema perdesinden çeyrek yüzyılda kaç tane sanığın görüntüsünün gelip geçtiğine değil, o sanıklardan kaçının titizlikle mahkemeye intikâl ettirildiğine ve ciddi biçimde ceza aldığına bakıyor.

Tabiî ki bu sayı gayet az; ama o pek az sayıdaki sâbıklar da sözünü ettiğim gözü dönmüş köylülüğün vicdanını rahatlatmaya fazlasıyla yetiyor.

Ama eğer ki hakkında somut kanıtlar kadar güçlü şüpheler bulunan diğer onlarca, yüzlerce, binlerce şaibeli kişilik mahkemeye kadar gitmeden bir biçimde yırtmışsa, bizim köylülere göre bu dosyalar selametle kapanmış, iş bitmiş gitmiş demek oluyor.

“TÜRK TOPLUMUNUN DİNE VE DİNDARLARA DUYDUĞU SAYGI, GÜVEN, İNANÇ GİBİ PARAMETRELERDEKİ YÜREK SIZLATAN DİBE VURUŞ…”

Topu topu çeyrek asırda “dindar insan / dindar örgütlenmeler” imajının Türkiye sosyolojisinde nasıl da kökünden bir değişim gösterdiğinin siyasal partisi de farkında değil, tarikatı da, cemaati de, vakfı da, derneği de, bilumum STK’sı da…

Sanki bu alanda en ufak bir imaj erozyonu yaşanmıyormuş gibi, korkularını yenmek için karanlıkta ıslık çalarak yollarına devam etmeye çalışıyorlar. Ama nafile…

Türk toplumunun dine ve dindarlara duyduğu saygı, güven, inanç gibi parametrelerdeki yürek sızlatan dibe vuruş, her yeni istatistiğe biraz daha güçlü bir şekilde yansıyor. 

“Ben, evreni yaratan bir Allah’ın varlığına inanıyorum. Ama aynı Allah’ın İslâm ya da başka bir din üzerinden dünyaya değişmez bir emir ve yasaklar dizisi gönderdiğine ise kesinlikle inanmıyorum” diyen deizm felsefesi, hayatta henüz yolunu bulamamış, fizik ve metafizik arayışları kıra döke süren bol sivilceli yeni yetmelerin dar kapsamını aşalı çok oldu, aynı yaklaşım günümüzde bu topluma dinin muhkem temelleri üzerinde yükselecek sarsılmaz bir ahlâkı anlatmakla görevli ilâhiyat akademisyenleri cephesinde de hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmış bulunuyor. 

Birileri hemen sazan gibi atlayıp bu “can sıkıcı” tezimi reddedecektir hiç kuşkusuz… Lâkin, imam-hatip liselerindeki meslek öğretmenleri, dahası ilâhiyat fakültelerinin her düzeyden akademisyen kadroları benim burada -fazlaca suyunu çıkarmadan- ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaktır.

“YARIM ASIRLIK BİR ‘RÜYÂ’YI ‘KÂBUS’A ÇEVİREN, HER BİRİ HIRS KÜPÜNE DÖNÜŞMÜŞ ADAMLAR VE KADINLAR”

Ütopyalarımızı yerle yeksân eden, yarım asırlık bir ‘rüyâ’yı ‘kâbus’a çeviren, her biri hırs küpüne dönüşmüş adamlar ve kadınlar…

Devlete uzaktan atıp tutmanın son derece kolay olduğu bir evreyi geride bırakıp, bizzat “devlet”e dönüştükten sonra, bunların hepsi sırayla çuvalladı.

Devlet aygıtı, onunla gelen güç, zenginlik, karşıtlarını kolayca ezip saf dışı bırakabilme kudreti, her türlü hukukî, ekonomik, bürokratik imtiyaz, belden yukarı ya da belden aşağı zevkler (siyasal ve ekonomik aktörlerin iktidar sayesinde elde ettiği güce göre farklı oranlarda olmak üzere) zaman içinde pek çoğunun aklını başından aldı. 

Bu topraklarda en yüksek din karşıtlığının egemen olduğu zamanlarda bile genel kabul görmüş, granit sağlamlığındaki bir kamuoyu yargısını, “Müslüman iyi insandır, namuslu insandır, dürüst insandır, özüne ve sözüne güvenilir insandır” ön kabulünü, geride kalan çeyrek yüzyıl boyunca topluma yaydıkları dehşetli bir güvensizlik dalgasıyla paramparça ettiler.

Hâlâ da boş boş konuşuyor, küçük, basit, mevzî olaylar üzerinden bu dev suçtaki sorumluluklarını yumuşatmaya çabalıyorlar.

“İSİMLERİNİ İSE ÖYLE KOLAYCA SIRALAYAMIYORUM ÇÜNKÜ, ARALARINDAN BAZILARININ BAŞLARI BELAYA GİREBİLİR”

Kısa bir süre öncesiydi. Yine bir grup sinemacının sohbet ettiği renkli bir meclisteydim. Kamuoyunda popüler bir dizi isim de sohbetimizde yer almaktaydı.

Bundan 27 yıl önceki sohbette yer alan sanatçıların isimlerini sıralarken oldukça rahatım, ama şimdi konuşanların isimlerini ise öyle kolayca sıralayamıyorum.

Çünkü, aralarından bazılarının başları belaya girebilir. Bu da o günden günümüze oluşan “küçük” bir fark işte…

Tam da bizim bu buluşmayı gerçekleştirdiğimiz günlerde, bir müridinin 12 yaşındaki kızına sulanan ve onu babasından “ikinci eş” olarak isteyen pek muhterem bir hoca efendinin skandalı patlak vermiş, sosyal medyada herkes o olayı konuşup duruyor.

Genç yönetmenlerimizden biri, bu konunun tartışıldığı sohbetin orta yerinde, şöyle dedi:

“Arkadaşlar, bundan böyle herhangi bir iş için bir tarikat-cemaat ortamına falan girmek icap ettiğinde, muhtemelen önce bir demirci atelyesine gidip şöyle mâbadımızı komple sarıp sarmalayacak bir zırh yaptırmamız gerekecek.

Çünkü, şeyhlerin, mürşidlerin, hacıların hocaların bitmek tükenmez şehveti artık öyle uç bir seviyeye vardı ki biz de ahlâken hiç kimseye güvenemeyeceğimiz bir noktaya geldik. MazaAllah, bir tarikat-cemaat evine çekime falan gittiğimizde orada uyur kalırsak, bu yaşta bile işimiz iş olabilir!”

Masadaki herkes, zâhiren kaba saba bir espri olmakla birlikte, aslında çok derin bir sosyolojik dönüşümün emarelerini içeren bu sözlere kahkahalarla güldü. 

Ben hariç…

Çünkü, o anda, Türk sinema ve televizyonculuğunun yetenekli aktörlerinden Peker Açıkalın’ın bundan tam 27 yıl önce, Ulusal’ın stüdyosunda söylediği, dinleyenlerin de “Haklısın aslında” diyerek onayladığı sözleri hatırladım.

“KAYBETTİK”

Bu da göz pınarlarıma masadaki kimseciklerin fark etmediği birer damla yaş oturmasına yol açtı. 

Kaybettik. 

Teoriden pratiğe geçiş evresinde görkemli bir şekilde kaybettik. Çünkü, “devlet” adlı ejderha ile savaşmaya maddî ve manevî doygunluk olarak kesinlikle hazır değildik.

Köylülerin köylerinden habire savurup durmaları pek kolaydı. Taşradaki güvenli ve seçeneksiz sığınaklarından metropollere doğru ömürleri boyunca bol keseden savuran nicelerini, kentte emirlerine verilen ilk sahte sarışın sekreterin hafifçe gömleğin dışına taşmış göğüs çatalı târûmar etmeye yetti de arttı. 

Er kişi kısmısı metropollerde bu şekilde dağılıp giderken, hatun kısmısının hırslı köylülüğü ise yandaş müteahhitlerin astronomik bedellere dikip sattığı, isimleri Farsça ya da Arapça tamlamalarla “İslâmîleştirilmiş” (!) ultra lüks siteler, konaklar, vilallar, köşkler; yanı sıra da kamudaki havalı makam koltukları sayesinde kollara dizilen burma bilezikler üzerinden fethedilecekti. 

Böylelikle, Anadolu topraklarında, temel ilhamını İslâm’ın ahlâk ve ekonomi ilkelerinden alan bir yönetim anlayışının önümüzdeki 30-40 yıl boyunca yeniden bu düzeyde güçlenme şansı da sıfırlanmış oldu.

Hepimize geçmiş olsun.”

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Sibirya Soğukları Geliyor!

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.