DOLAR

34,4948$% 0.09

EURO

36,3836% 0.24

STERLİN

43,5573£% 0.25

GRAM ALTIN

2.864,39%0,98

ONS

2.583,22%0,83

BİST100

9.327,32%-0,66

a

'ERDOĞAN O ÜNVANI ALMAK İSTİYOR'

Emekli Büyükelçi, bilge diplomat Şükrü Elekdağ, Musul meselesinde Erdoğan'ın asıl amacının bambaşka olduğunu açıkladı.

İşte Elekdağ’ın Uğur Dündar ile yaptığı söyleşide sorulara verdiği o çarpıcı yanıtlar:

Sayın Elekdağ uygun görürseniz söyleşimizin bu bölümüne Misak-ı Milli’nin Türkiye’ye Musul’a müdahale hakkı verdiği iddialarından başlayalım. Bunlar doğru mu?

Misak-ı Milli (yani ulusal ant), Birinci Dünya Savaşı’nı sonra erdirecek barış antlaşması bağlamında Türkiye’nin kabul edebileceği asgarî 
şartları içeren bildiridir. Her ne kadar, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Şubat 1920’de oybirliğiyle kabul edilmişse de, 
esasında Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Mustafa Kemal tarafından Erzurum ve Sivas kongreleri sonuçları ışığında kaleme alınmıştır. Misak-ı Milli kapsamında olan Musul, 30 Ekim 1918’de Damat Ferit Hükümeti tarafından imzalanan Mondros Mütarekesi hükümlerinden yararlanan İngiltere tarafından işgal edilmişti. Lozan Konferansı’nda Musul meselesi hakkında lehte veya aleyhte bir karara varılamadı ve mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi.
Daha sonra, 1925’te Şeyh Sait isyanıyla iç sorunlarına odaklanmak mecburiyetinde kalan savaş yorgunu Türkiye, petrol zenginliği nedeniyle bölgeye göz diken İngiltere ile savaşı göze alamadı ve Musul ikili müzakereler sonucunda 1926 Ankara Antlaşmasıyla Irak’ın manda idarecisi İngiltere’ye bırakıldı. Bu dönem, Kâzım Karabekir Paşa’nın ifadesiyle Türkiye’nin “İstiklal Savaşı’dan daha zayıf olduğu bir dönemdi”. Misak-ı Milli’nin hukuki bağlayıcılığı olup olmadığına gelince, bu belge tek taraflı bir ulusal bildiri olup Türkiye’ye Musul üzerinde hiçbir hak vermez. Esasen, Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra bir hukuki temeli de kalmamıştır.

Bazı çevreler, Ankara Antlaşması’nın Türkiye’ye Türkmenlerin can ve mal güvenliğine sahip çıkma hakkını verdiği ve Irak’ın bölünmesi halinde Türkiye’nin Musul’un statüsü hakkında söz hakkına sahip olduğu yolunda da iddialarda bulunuyorlar.

Bu iddialar mesnetsiz ve uydurmadır.

O halde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’yi ısrarla Musul savaşına sokmak istemesi hangi sebeplere dayanıyor?

Türkiye’nin Musul’daki olaylara ilgi göstermesinin ve savaş sonrası barış masasına oturmayı arzu etmesinin, Irak’ın Kandil ve Sincar bölgelerindeki 
PKK varlığını yok etmek, Türkmenlerin can ve mal güvenliklerinin korumak ve olası bir göç dalgasını önlemek istemesinden kaynaklanan önemli nedenleri var. Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yüksek Öğrenim Akademik Yılı töreninde (17.10.2016) yaptığı açıklama, kendisi açısından öncelikli nedenin Sünnilerin hamisi rolünü üstlenmek olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim Cumhurbaşkanı, “Musul üzerinde bizim sorumluluğumuz var, onun için hem masada hem de arazide olacağız diyorsak bunun bir sebebi var” dedikten sonra, bu sebebi, “Irak’ta biz şu andaki mezhep çatışmalarına taraf olmak istemiyoruz, ama oradaki Sünni Arap kardeşlerimizi de birilerine yedirtmek istemiyoruz” şeklinde izah ediyor. Yani Erdoğan, Sünnileri Şiilere yedirtmemek için Türkiye’yi ve Türk askerini Ortadoğu’yu kasıp kavuran mezhep savaşının ortasına atmayı tasarlıyor. Cumhurbaşkanı’nın bu yoldaki açıklamaları Bağdat’ta, Türkiye’nin Musul operasyonuna katılmak istemesinin sebebinin Sünni çıkarlarını korumak, yani Şii düşmanlığı yapmak olarak algılanıyor. Bu nedenle de, Şii tepkisi doğuyor ve Başbakan İbadi Türkiye’nin harekâta katılmasına şiddetle karşı çıkıyor.

ABD’nin Ankara ile Bağdat arasındaki arabuluculuğu bir sonuç vermemiş görünüyor. Peki, yandaş bir yazar tarafından kamuoyuna duyurulan Ankara’nın B ve C planlarına ne oldu?

Ankara, reddedilmiş olmaktan çok rahatsız oldu. Çaresiz olmadığını göstermek için bir köşe yazarı vasıtasıyla B ve C planları olduğunu kamuoyuna 
duyurdu. B planına göre Türkiye Barzani’nin daveti üzerine operasyona dahil olacaktı. C planına göre ise bölgedeki diğer yerel gruplar Türkiye’yi davet 
edeceklerdi. Fakat, kısa zamanda bu planların hayali olduğu ortaya çıktı. Çünkü, velinimeti ABD’den izin almadan hareket edemeyen Barzani, Türkiye’yi davet edemeyeceğini ortaya koydu. Esasında, Barzani’den işbirliği beklemek de “naif” bir tutumdu. Zira, Musul’dan büyükçe bir pay kapma peşinde olan Barzani, Türkiye’yi Musul’a davet eder miydi? C planına gelince, bölgedeki Sünni aşiretler birliğinin Türkiye’ye davette bulunmasıydı. Ama, bu cenahtan da bir ses çıkmayacağı belli oldu.

Türkiye’nin operasyona katıldığını varsayalım. Bu ne gibi sonuçlar doğurur?

Türk askeri kesinlikle Musul’a ayak basmamalıdır. Zira, bu askerler Türk askeri olarak değil, Sünnilerin hamisi pozundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 
askerleri olarak görülür ve saldırıya maruz kalırlar. Bu durumun Türkiye’yi bölgeye fiilen müdahaleye zorlaması, bölgesel bir savaş riskini dahi doğurabilir. Bu bakımdan Türkiye böyle bir maceraya asla heves etmemeli ve askerini cadı kazanına atmamalıdır. ABD’nin girişimiyle Türkiye bir ölçüde tatmin edilmeye çalışılıyor ve Başika kampında Türk askerleri tarafından eğitilen ve yeni isimleri “Ninova Bekçileri” olan 3000 Sünni milis Barzani’ye 
bağlı peşmergeler safında operasyonlara katılıyor. Uzak bir ihtimal ama, İbadi yumuşatılırsa belki birkaç Türk jeti de koalisyon filosuna katılabilir. Ama bu, 
Cumhurbaşkanı’nın beklediği gibi Türkiye’ye barış masasına oturma imkânını sağlamaz.

ABD, Rakka’ya yapılması planlanan operasyonda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önerisini kabul eder mi? Yani, PYD’nin dışlanmasıyla operasyonu ABD ile Türkiye ortaklaşa mı yapacak?

Zannetmiyorum!.. Zira, Ankara’nın önerisi, ÖSO’nun PYD’nin yerini alması ve Suriye’de olduğu gibi az adette Türk askeri tarafından desteklenmesi. ABD 
ise, ÖSO’nun bu işi yapacak kapasitede olmadığını ileri sürüyor ve Rakka’ya saldıracak Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) 12 bin kişilik mevcudunun 8 bininin PYD, 4 bininin de Arap olduğunu belirtiyor. Bu nedenle ABD’nin önerisi, eğer Türkiye PYD’nin yerini almak istiyorsa, o zaman savaşa 12 bin kişilik bir askeri birlikle katılmasıdır. Ancak, Ankara, hiçbir Batılı ülke savaşa kara unsuru vermezken, Türkiye’nin tek başına 12 bin askerini operasyona tahsis edemeyeceğini vurguluyor. Esasen Suriye’nin de, Türkiye’nin bu çapta bir askeri birlikle operasyona katılmasına karşı çıkacağı muhakkak… Bu 
tartışma sürerken Rojova’daki egemenliğini pekiştiren PYD, ABD’yi sıkıştırıyor ve ağır zayiat vereceğini tahmin ettiği Rakka operasyonundan önce, ABD’nin kendisine Federe Devlet statüsünü resmen tanımasını istiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin bundan böyle karşılaşacağı dış sorunlar ve güvenlik tehditleri karşısında proaktif ve önleyici politikalar izlemesini öngören yeni bir savunma doktrininin kabul edildiğini söylüyor. Sizce bu yeni konsept uygulanabilir mi?

Cumhurbaşkanı, bu yeni stratejiyi izah ederken şunları söylüyor: ”Terör sorunumuz mu var… Terör örgütlerinin bize saldırmasını beklemeyeceğiz. Bu 
örgütler nerede faaliyet gösteriyorlarsa, gidip orada tepelerine bineceğiz. Artık ülke içinde ve dışında PKK’yı saklandığı inlerde bulup bertaraf edeceğiz.” 
Bu sözler ve sözkonusu savunma doktrini, 14 yıldır benim önce TBMM’deki konuşmalarımda, sonra da yazılarımda AKP iktidarına tavsiye ettiğim yaklaşımdır. Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanı’na naçizane tavsiyemiz, esip gürlemeden ve “Kerkük’te, Musul’da ve Telafer’de sahada olacağız” gibi hesaba kitaba sığmayan laflardan vazgeçip, derhal PKK’nın yanı başımızda Kandil’deki askeri karargâhını ve lojistik merkezini yok etmesidir. Ziya Paşa ne demiş? “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” (Sözcü)

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

HIZLA ÜLKEYİ TERKETTİLER…

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.