34,4465$% 0.3
36,3032€% 0.16
43,4559£% -0.34
2.836,84%0,10
2.562,19%-0,20
9.389,62%-0,33
Türk hükümeti yaklaşmakta olan savaşı önceden görmüştü. Mayıs 1967’de Ankara, Ortadoğu ülkelerindeki büyükelçilerini merkeze çağırarak bir tolantı yaptı. Yeni bir Arap-İsrail Savaşı durumunda takip edilecek politikayı tespit etti. Bu politika üç ilkeye bağlanmıştı:
■ Tüm Arap ülkeleriyle ikili ilişkileri her alanda geliştirmeye çalışmak.
■ Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışmamak ve taraf tutmamak.
■ Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarına katılmamak…
UĞUR DÜNDAR (U.D.): Altı gün süren savaş sonunda Mısır Sina Yarımadası’nı; Suriye Golan Tepeleri’ni ve Ürdün de Batı Şeria’yı kaybetmişti. 5 Haziran 1967 günü başlayan savaşta Türkiye nasıl hareket etti?
(İ.B.): Birincisi, savaş patlak verince Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Türkiye’deki üslerin Araplara karşı kullanılamayacağını açıkladı.
İkincisi; Türkiye savaşta ağır kayıplara uğrayan başta Suriye olmak üzere Arap ülkelerine yiyecek, giyecek ve ilaç yardımında bulundu.
Üçüncüsü; Türkiye 22 Haziran’da konu Birleşmiş Milletler’de görüşülürken kuvvete başvurularak toprak kazanılmasının kabul edilmeyeceğini belirterek, Arapların yanında yer aldı.
Böylece Türkiye, doğrudan çatışmanın içinde yer almadı. Ama diplomatik ve insani yardımlarıyla Arap devletlerin yanında yer aldı.
(U.D.): Sizce, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın Arap devletlerinin ciddi toprak kaybına uğramaları dışında başka önemli sonuçları oldu mu?
1967’DEKİ SAVAŞTA KAZANAN SİYASAL İSLAM OLDU
(İ.B.): Arap devletleri 1967 savaşı sonunda büyük bir travma yaşadı. Özgüvenlerini kaybettiler. O güne kadar Mısır lideri Nasır’a umut bağlamışlardı. Nasır, Arap milliyetçiliğini temsil ediyor ve savunuyordu. O gün o umutlar söndü. Bundan yararlanan Marksizm, komünizm oldu. Ama çok geçmeden komünizm de cazibesini kaybetti.
Sonuçta bozgundan asıl kazançlı çıkan siyasal İslam oldu. Hakim ideoloji olarak milliyetçiliğin yerini aldı.
(U.D.): Hükümet ile CHP arasında bir iş birliğine dönersek bu savaş esnasında da iş birliği yaşandı mı?
(İ.B.): Evet. İsmet İnönü Eylül 1968’de, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nı değerlendirirken şunları söylemişti:
“… Geçen seneki İsrail-Arap harbi sırasında, bu harp büyürse, kıyamet bizim etrafımızda kopar diye hükümete söylemiştim. Biz bu harbin dışında kalacağız, demiştim. Hükümet de resmen açıklamamakla beraber savaşa karışmama politikası takip etti.”
Bu ifadeden anlıyoruz ki İnönü, hükümet ile bu konuyu görüşmüş.
İsmet İnönü, Eylül 1968’deki konuşmasını Gebze’de yapmıştı. Söyleşi esnasında bir vatandaş İnönü’ye şöyle bir soru yöneltti:
“Ortadoğu devletleri arasında Türkiye’nin lider durum alması dış siyasetimiz bakımından daha uygun değil midir?..”
(U.D.): Öncelikle bir vatandaşın muhalefet parti lideri İsmet İnönü’ye bir soru sorabilmesi, sorunun da oldukça ilginç olması karşısında, insan biraz şaşırabiliyor. Zira bugünlerde yaşadığımız durumlara pek benzemiyor. Her neyse, İnönü’nün soruya cevabı nasıl oldu?
(İ.B.): İnönü’nün soruya verdiği cevap bence çok önemli. Cevabı şöyle:
“Her iki tarafı büyük ölçüde destekler gözüken Amerika ve Rusya, bu Ortadoğu sorununa bir çare bulamadılar. Bulurlarsa onlar bulacaktır. Dikkat edilirse her ikisi ayrı bir tarafı haklı bulmaktadır. Lider vaziyeti almak için bir tarafı haklı bulmak, desteklemek lazımdır.
Ortadoğu olaylarında tarafsız kalmayı menfaatimize, barış davamıza daha uygun bulurum.
Genel politik olarak Sovyet Rusya ve Amerika’ya karşı düşmanlık politikası yürütülmesine karşıyız. Tahrik edici bütün ihtimallerden sakınırız…”
(U.D.): İnönü’nün bu değerlendirmesine nasıl bakıyorsunuz?
(İ.B.): İnönü’nün söyledikleri şunlar:
Dünyanın iki büyük gücü ABD ve Rusya bile Ortadoğu sorununu çözemedi.
Türkiye’nin siyasi ve askeri gücü ortada. Sorunu çözebilmek için bir tarafı tutmanız gerekir. Ancak Türkiye, Ortadoğu sorunlarında “tarafsız” kalmalı, direkt çatışma içine girmemeli.
ABD veya Rusya ile karşı karşıya kalınabilecek durumlardan kaçınılmalı. Hatta, onları tahrik edecek olayların yaratılmasından sakınılmalı.
İnönü dış politikanın uygulanmasında reel politik/gerçekçilik okulundadır. Biraz da ihtiyatlı olmayı her zaman tercih etmiştir.
(U.D.): Dış politikada reel politik/gerçekçilik nedir? Bunu da biraz açar mısınız?
(İ.B.): Dış politikada iki temel husus vardır. Bunlardan birincisi “reel politik” veya “gerçekçilik”tir. Reel politikte “milli menfaatler” esas alınır. Reel politikte “ideoloji” hakim değildir. Reel politikte diğer önemli husus ise; sahip olduğunuz “güçtür/kuvvettir”. Dış politikada seçilen hedefler ve amaçlar, sahip olduğunuz “güç/kuvvetle” dengeli olmalıdır.
Dış politikada dikkate alınması gereken ikinci önemli temel husus ise “güç dengesi”nin nasıl sağlanacağıdır. Elbette, ilk önce her şey kendi gücünüze dayandırılmalıdır. Ancak, bazı durumlarda bu yeterli olmayabilir. O zaman, devlet adamları, milli menfaatlerinin aleyhinde olabilecek güçlere karşı dengelerin, “ittifakların” kurulmasına öncelik vermek zorundadırlar. Dünyanın özellikle siyasi ve askeri açıdan en güçlü iki devleti olan ABD ve Rusya bile karşı karşıya kaldığı sorunları tek başlarına değil, ittifaklar kurarak,
koalisyonlar gerçekleştirerek çözmeye çalışıyor.
Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini herkes tekrarlıyor. Peki, Atatürk’ün bu ilkesini gerçekleştirmek için neler yaptığını herkes yeterli şekilde anladı mı veya biliyor mu?
ATATÜRK’ÜN BU İLKESİ YETERLİ ÖLÇÜDE ANLAŞILAMADI
(U.D.): O halde yeterince anlamayanlar için “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin dayandığı temel noktaları biraz açar mısınız?
(İ.B.): Yurtta barışın olmazsa olmazı; Türk Milleti’nin ortak hedefler çerçevesinde bütünleştirilmesidir.
Dünyada barışa gelince; ülke olarak her şeyden önce milli güç unsurlarınızla “caydırıcı” niteliğe sahip olmalısınız. Elbette uygulayacağınız milli politika her şeyden önce milli gücünüze dayanacaktır.
Ancak, bu sizin milli menfaatlerinizin aleyhinde olabileceklere karşı “ittifaklar” kurmanıza engel değildir.
ATATÜRK GERÇEKÇİYDİ VE BU NEDENLE BİR DÜNYA GÜCÜ OLMAYA ÇALIŞMADI
Atatürk elbette, bir dünya gücü olmaya çalışmadı. Çünkü gerçekçiydi. Hedefi bir bölge gücü olmaktı. Bu nedenle de bölgesel barışa öncelik verdi. Bu amaçla da 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı’nın ve 8 Temmuz 1937’de Sadabat Paktı’nın kurulmasına öncelik verdi.
Dış politikada her sorunu yalnız kendi gücünüze dayanarak çözemediğiniz durumlar da olabilir. O zaman “ittifakların” yaratılması zorunludur. Bu da işin sanat yönüdür.
(U.D.): Türkiye bugün çok ciddi dış politik sorunlarla karşı karşıya. Bu sorunların en önemlilerinden biri de Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden savaş. Bu savaşı nasıl değerlendiriyorsunuz?
(İ.B.): Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişki, komşuluğunda ötesinde iki kardeş devlet arasındaki bir ilişkidir. Türkiye, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki bu savaşta, elbette koşulsuz olarak Azerbaycan’ın yanında olmalıdır.
Hatırlanacağı gibi, 13 Nisan 1991’de Karabağ’da Ermenistan ile Azerbaycan arasında çatışmalar başlamıştır. Ermenistan, 1992 yılında Rusların da desteğiyle bütün Karabağ’ı işgal etmiştir. İşgal edilen Azerbaycan toprakları neredeyse Azerbaycan topraklarının beşte biridir.
Azerbaycan’ın Karabağ’da yürüttüğü askeri harekât, kendi topraklarını geri alma amacına yöneliktir. Uluslararası hukuk açısından da haklı bir harekâttır. Bunun yanında unutulmasın ki, 1991’de başlayan işgal sürecinde 20 bin Azerbaycanlı şehit olurken, sivillere yönelik saldırılar sonucunda mülteci ve göçmen sayısı da bir buçuk milyonu aşmıştır.
Türkiye’nin bu savaşta koşulsuz olarak Azerbaycan’ın yanında yer almasından doğal bir şey olamaz.
Bu arada İsmet İnönü’nün büyük devletlerin de karıştığı dış sorunlarda nasıl hareket edilmesine yönelik değerlendirmesini de göz önünde tutmak uygun olacaktır.
Rusya, Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında sonucu etkileyecek en güçlü devlettir. Reel politik/gerçekçilik bunu bize göstermektedir. Dolayısıyla, Türkiye Rusya’nın bu sorundaki durumunu ve etkisini de dikkate almak zorundadır.
Kişisel olarak, dış politikada reel politik/gerçekçiliğin esas alınmasını düşünenlerden birisiyim. Bu düşüncenin dışına çıktığım tek bir durum oldu. 14 Nisan 2016 günü Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde verdiğim konferansta, bir hayalim olduğunu söyledim. “En büyük hayalim, Türkiye ile Azerbaycan’ın tek devlet olmasıdır” dedim
Evet bunu hâlâ hayal ederim. Ama reel politik/gerçekçilik buna olanak tanır mı? Pek sanmam. Yine de her şeye rağmen büyük hayallere sahip olmak güzel bir şeydir.
KIBRIS’TA FEDERASYON KURMA DÜŞÜNCESİ ARTIK ÖLMÜŞTÜR
(U.D.): KKTC’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçim sonucunu nasıl değerlendirdiğinizi sormak isterim.
(İ.B.): 16 Kasım 2017 günü Girne’de yapılan “Geçmişten Geleceğe Kıbrıs ve KKTC” sempozyumun açılış konuşmasını yaptım. Konuşmamı şu cümlelerle tamamlamıştım.
“… Bana göre artık Kıbrıs’ta coğrafi esasa dayanan federasyon düşüncesi ölmüştür. Buradan hareket ederek bir yere varamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC bir araya gelerek artık bir hedef koymalıdır. Bu hedefin parametreleri nedir? Birincisi, Kıbrıs’ta bağımsız iki devlet vardır. İkincisi, her türlü şartlarda Türk askeri KKTC’de bulunmaya devam edecektir…
Bu kolay mı, bazıları zor olduğunu söyleyebilir.
Büyük devletler zoru aşar.”
KKTC’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Sayın Ersin Tatar’ın kazanmasından elbette mutlu oldum. Çünkü Sayın Tatar da Kıbrıs’ta çözüm için artık federatif bir yapının geçerliliğini kaybettiğini düşünmekte ve savunmaktadır.
Sayın Tatar’a Cumhurbaşkanlığı görevinde başarılar dilerim.
Eminim, Kıbrıs’ta Sayın Rauf Denktaş’ın ruhu artık kendisini yalnızlık içinde hissetmiyordur.
(U.D.): Son olarak söyleyeceğiniz bir şey var mı?
(İ.B.): Bunu defalarca söyledik. Tekrar ifade etmek isterim. Türkiye’nin özellikle Doğu Akdeniz’de ve Suriye’de başarılı olabilmesi için “ittifaklara”, diğer bir değişle bazı ülkelerle iş birliğine ihtiyacı var. Suriye’de Merkezi Suriye Hükümeti, Doğu Akdeniz’de Mısır, Suriye ve İsrail ile iş birliğine gidilmesi zorunludur, kaçınılmazdır.
Sen kimsin
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.